Çilehaneden yükselen ses!
İnsanın hayatında geçmiş zamana ait bazı günler, berrak bir suyun dibinde pırıl pırıl parlayan rengarenk çakıl taşlarına benzer; hatırladıkça gülümsetir, insanın içine bir ferahlık verirler.
Geçenlerde Akaretler’den Beşiktaş’a inerken o günlerden bir gün geldi aklıma durup dururken. Bilincin nasıl bir oyunudur bilmem; hafıza ne yapar eder hiç beklemediğin bir anda, geçmişinden bir an seçer, götürür seni o ana. Hafızanın, onu taşıyan benliğe bir hediyesi mi (tam hediye diyemeyiz, aynı hafıza hep sevdiğimiz anları hatırlatmaz zira bize) bilmem, bilincin binlerce oyunundan biri mi onu da bilmem; aklıma o sırada gelen geçmiş zamana ait o gün bir anda “günlük tutma” üzerine düşünmeye götürdü beni. Belki de aklıma gelen o günün bütün ayrıntılarını, ıcığını cıcığını hatırlamadığımdan, keşke o anın her şeyini bir yere kaydetseydim diye hayıflanmış olmamdı beni buna iten, bilmiyorum; o günü kaydettiğim bir günlük parçası şimdi ne kadar iyi gelirdi bana anlatamam!
*
Düzenli günlük tutanlara hep çok özenmişimdir. Ama günlük tutmak sıkıcı bir iş olsa gerek işi sadece yazmak olan biri için. Fazladan bir faaliyettir sanki. Günlük tutarak harcayacağım zamanı başka şeyleri yazmaya harcarım diye düşünür çoğu yazar. Uzun süre yazı masasından kalkmamış bir yazar için günün sonunda önemli bir zamanını, yayınlanıp yayınlanmayacağı meçhul günlüğe ayırmak çok heyecan verici bir iş olmasa gerek. Ama herkes böyle düşünmüyor belli ki… Bizde “edebi ‘günce’nin babası” Nurullah Ataç gibi, Adalet Ağaoğlu gibi, “günlük” kelimesinin mucidi Salah Birsel, Muzaffer Buyrukçu gibi düzenli günlük tutup (Oğuz Atay’ınkini ayrı bir yere koymak lazım, kısa bir dönemi kapsar onunki; Cemal Süreya günlük tuttuğu bir döneme "Günler" adını koydu, tarih yerine numara verdi günlere; Ferhan Şensoy ise “Gündeste” adıyla şiir formatında tutardı günlüklerini) bu günlükleri de sağlığında kitap olarak yayınlatıp onu diğer ürünleri gibi heyecanla okurlarına sunan, okurların da coşkuyla karşıladığı yazarlar var ama sayıları azdır.
Ama dünya edebiyatında durum tam tersi… Günlük o kadar önemli ki, bir süre sonra bir edebi tür niteliğine bürünmüş. Mesela André Gide, mesela Kafka... Bu iki büyük yazar, günlüklerini hiçbir zaman diğer ürünlerinden ayırmamışlar. Bir roman yazar gibi, bir deneme, felsefi bir metin yazar gibi yazmışlar onları. Bizde olduğu gibi “Bugün menemen yaptım ama soğan koyup koymamayı uzun uzun düşündüm,” diye yazmamışlar mesela. Kendileriyle bir hesaplaşma aracı olarak görmüşler günlüğü, bir alıp verme meselesi… Hayat karşısında o günkü duruşu yansır satırlarına.
*
Bu yazıyı yazarken rastgele açtım André Gide’in “Günlük”ünü… 2 Ocak 1906 günü şunları yazmış defterine:
“…. Yeniden bu günlüğe dört elle sarıldım; büyük bir zevkle değil ama kendimi çalışmağa alıştırmak için bir vasıta olarak.”
Demek ki günlük büyük yazar için “kendini çalışmaya alıştırmanın vasıtasıdır,” biraz da.
Başka bir gün sadece tek satır yazmış:
“Bir dağın her tarafından birden sarp olmasına az rastlanır.” Çocukluğumda gittiğimiz Gare dağının doruklarındaki yaylada böyle bir dağ vardı ama. Küçüktüm, belki de hafızam hâlâ bir oyun oynuyor bana, o günlerden sonra o dağı görmedim bir daha ama muhayyilemde kaldığı biçimi o sipsivri halidir hâlâ. Derin, çok derin bir vadinin içinden gövdesi kalın, dallara doğru gittikçe incelen gümrah bir ağaç gibi yükseliyordu. Yukarıdan bir yerden bakıyorduk ona; bizi uyutmak için o dağın dibinden, gökten inen bir zincirle bir ejderha çekmiş göklere yüce yaradan diye bir masal anlatırdı annelerimiz, bu hikâyeye kulak vere vere yatardık serin yayla uykusuna. André Gide günlüğüne “her tarafından sarp bir dağın” nadirliğini yazarken bende böyle bir çağrışım uyandıracağını nereden bilsindi?
Başka bir gün de günlüğüne, “İskender yeni topraklar üzerinde, yolcu gibi değil, bir fatih gibi ilerler; dünyanın sınırlarını arar,” diye yazmıştı.
“Dünyanın sınırlarını” kim kaybetmiş ki İskender bulsun ey alim?
*
O halde André Gide’te kalalım biraz daha… 20. yüzyılın pabucunun içinde bir taş varsa o taş André Gide’ti işte… Yaşadıkça, öldükten sonra, hatta bugün bile rahatsızlık veriyor genel geçer olana, statükoya, alışılmışa… Genel ahlaka karşı çıktı. Bireysel özgürlükleri mesele yaptı kendine. Sömürgeciliği topa tuttu, evliliği önemsemedi, “boyun eğmeyenler dünyanın tuzu biberidir” dedi,“hakikati arayanlara inanın; hakikati bulmuş olanlardan şüphe edin,” sözünü de söyledi.
Edebiyattan başka pek dert tanımamış, bu derdi de yaşadığı sürece severek taşımış olan Nurullah Ataç, 1951’de André Gide’in ölümü üzerine yazdığı bir yazıda, “Yaşadığını bilmek, içime sanki bir güven veriyordu,” demişti.
Enis Batur, ta 1984’te “Yeni Gündem”e Michel Foucault’ya dair yazdığı “Aykırı’nın Savunucusu” başlıklı yazısına, André Gide’in ölümüyle girmişti. Ona göre alim öldüğünde Fransa çok rahatlamıştı. Çünkü yıllar yılı yazdıklarıyla hem muhafazakâr sağcıların hem de muhafazakâr solcuların uykusunu kaçırmıştı. Batur’un yazdığına göre ölümünden sonra bir yazı yazmış olan Paulhan yazısına, “André Gide’in ölümü, Fransa’da çok iyi karşılandı” başlığını atmıştı.
Nurullah Ataç ile Enis Batur’un yazılarını okuyunca, hep bizi düşündüm. “Yaşadığı için içimize güven veren” kaç kişi var acaba şimdi çevremizde, memleketimizde? Şiirini öldürmüş, geride kalan güzel şeyleri öldürtmek için de elinde balta, satır bekleyen bir toplumda; evet çok şey kötü ama umudumuzu da diri tutan şunlar şunlar var, başımız çok sıkıştığında fikrinin dibine diz kırar, saçlarımızı okşatır, o da elinden gelen teselliyi bizden esirgemez diyebileceğimiz kimimiz var André Gide benzeyen? Veya bizi rahatsız eden, irkilten kim var şimdi?.. Bu meseleyi konuşurken dostum Nurettin Yaşar, “belki Aziz Nesin benziyordu ona” dedi, “o da yaşamıyor” diye de ekledi. Bir anda hak verdim ona… Evet, Aziz Nesin benzetilebilirdi birazcık ona. Rahatsızlık veriyordu o da devlete, statükoya, çoğumuza… Herkesi güldürüyordu yazdıklarında ama söyledikleri öfkelendiriyordu çoğu kişiyi. Ayakkabının içindeki taşa benziyordu o da, kaldırımda durup silkelemek geliyordu çoğu kişinin içinden. Bu yüzden Sivas yangınının yalazlarından zar zor kurtulmuştu.
Öldüğünde; tıpkı André Gide’in ölümü karşısında Fransa’nın rahatlaması gibi Türkiye de “rahatlamış”, bir “entelektüel beladan” kurtulmuştu memleket!
*
Ben şahsen iki defa düzenli günlük tuttum hayatımda. Birincisinde, kanser olduğunu öğrendiğim gün kalkıp Stockholm’de, hastane odasında yatan dostum Mehmed Uzun’un yanına vardığım günden Diyarbekir’de bir hastaneye getirdiğimiz zamana kadar geçen süreyi kapsayan günler ki, o günleri yazdığım deftere “Kuzey Defteri” adını verdim, yayınlamadım şu ana kadar, duruyor çekmecemde.
İkincisinde ise, 2013 Nisan’ında oluşturulan “Akil İnsanlar Heyeti”ne seçildiğim günden, heyetin çalışmalarını tamamladığı güne kadar geçen 83 günde tuttuğum günlük… Onları bir araya getirdim, adına “Barışa Katlanmak” dedim ve kitap olarak yayınladım o vakitlerde.
Bunun dışında “keşke yazsaydım” diye hayıflandığım o kadar çok gün gelip geçti ki hayatımda, yazının başında bahsettiğim aniden aklıma gelen gün de o günlerden bir gündü işte.
*
Bugün yarın yayınlanmak üzere yazılmamış günlük, edebiyat türleri içinde en şahsi, dolayısıyla en samimi olanıdır. Diğer türlerde şiir olsun, hikâye olsun, roman olsun yazar hep kendisi dışında birilerine seslenir veya onunla konuşmaya çalışır. Oysa günlük bir iç hesaplaşmadır. Yazar okurun değil, kendi önünde soyunur. Yapmacık değil, maskesizdir, makyajını silmiş öyle oturmuştur defterin başına. O deftere aşk girer, kin girer, dostluk bir yer bulur kendine, sevgi sızar, tutkular yer açar kendine, beklentiler, saplantılar, çaresizlikler, anılar, hayaller peş peşe sökün eder.
Haldun Taner’den okumuştum. Şuna benzer şeyler söylüyordu o da… Dört duvar arasında bir çilehaneye çekilmiş olan bir yazarın itiraflarıdır günlük… İtiraflar ne kadar can yakıcı ne kadar irkiltici olursa olsun, onu yazan kişiyi bizim gözümüzde aşağı düşürmez, küçültmez, tam aksine itiraflar ne kadar derinse yazar bizim gözümüzde o kadar büyür, yukarı çıkar.
*
Akaretler’den Beşiktaş’a iniyordum. Hafif bir yağmur yağıyordu şehre. Vapurların düdüklerine, martı çığlıkları karışmıştı. İnce bir sis kaplamıştı Boğaz’ın karşı kıyılarını. Yanımdan geçip gidenler telaşlıydı. Anıların arasından yürüyordum. Kaçak çay satıcılığından tutuklanmıştı babam.
“ben o yaşta koltuğumda kitaplar
işaret parmağımda zincir, cebimde sedef çakı
cebimde kırlangıçlar çılgınlık sayfaları
kafamda yasak düşünceler, Gide mesela.”
*
Yaşadıkça o “yasak düşünceler” hep kalsın isterim kafamda!