Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bir gazetede gördüğüm bir fotoğraf, sanırım hayatım boyunca hiç çıkmayacak aklımdan. Uçağın içinden çekilmiş. Koltukların tümü dolu. Kimisi dirseklerini dayamış koltuk kenarına, kimisi dalgın dalgın tavana bakıyor, kimisi çoktan yaştan kesilmiş gözlerle objektife… Birbiriyle konuşanlar da var. Bütün yüzler kederli. Bazılarında endişe var, bazıları ise endişesini bile kaybetmiş, mezara girmiş çıkmış hayalet gibi bazıları… Ama korkutucu değil. Kaybedilen bir zamanın tonlarca ağırlığı düşmüş hepsinin üzerine. Omuzlarına bir çağ oturmuş gibi. Hepsi aynı anda yaşlanmış sanki.

        Bir yolculuk fotoğrafıdır bu… Felaket bölgesinden büyük şehirlere nakledilen felaketzedelerin fotoğrafı… Uçak Ankara’ya gitmiş. Gidecek yeri olanlar belirlenen adreslere gitmişler; haberden bunu öğreniyoruz ama içlerinde gidecek yeri olmayanlar alandaki AFAD masasına başvurmuşlar. Ankara’daki bütün öğrenci yurtları dolduğu için, yersizler Bolu-Sapanca bölgesine başka vasıtalarla gidecekler.

        *

        Kendimi bir anda, Ankara Esenboğa Havaalanı’nda, bir AFAD görevlisinin önünde, öyle yapayalnız, öyle çaresiz, öyle kimsesiz, öyle yersiz-yurtsuz; geleceği belirsiz, geçmişi silinmiş, fotoğraf albümleriyle birlikte anılarını, sevdiği şey neyse hepsini moloz yığının altında bırakmış o umarsızlardan biri gibi hissetmeye başladım o fotoğrafa bakınca.

        Yerinden yurdundan kopartılmış -zorla veya gönüllü veya bir felaket sebebiyle fark etmez- bütün çaresiz insanların duygusu aynıdır; bir sürgünün veya muhacirin korkutucu kederi!

        Bazen kendini rüsva bir hüzünle bir havaalanının çıkışında, bazen kolu kanadı kırılmış bir halde bir sınırın dikenli telleri önünde, bazen elinde kırık bir bavul bir tren garında, bazen üstün başın perişan bir halde bir otobüs terminalinde, bazen bir kamyon kasasında, bazen de şair Cemal Süreya gibi “iki erle yük vagonuna” doldururlar, “günlerce yolculuktan sonra bir köye” atarlar, “tarih öncesi köpekler havlıyor”dur o köyde, “hiç çıkmaz o yolculuk” aklından.

        Sürgün veya muhacirin kaderi aynıdır çünkü.

        *

        Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul” romanı, kahramanı Adnan’ın roman içinde roman yazmasıyla açılır. Adnan’ın yazdığı romanın konusu 93 harbinin İstanbul’a getirdiği muhacirlerdir. Şöyle başlıyor romanına Adnan:

        “Anadolu ve Rumeli ufkun iki ucunda iki ahşap konak gibi yanıyor; yangından çıkanların uçan saçlarıyla ufukta insanlar koşuyor: 93 muhacirleri… Muhacir, gideceği yer olmadan biteviye yürüyen hayalettir; adını bilmediği bir başka hayaletin ekmeğini yiyecektir.”

        Bu darıdünyada yerleşik bir yerimizin olmamasının sebebi budur. Belirli aralıklarla, (bazen bu aralıklar birkaç asır sürmüş) arz sarsılmış, toprak yarılmış, dağ kükremiş, biz zavallı insancıkları yutmuş sarsıntı, geride kalanlar, “bu eller bize yaramaz” diyerek yüklenip başka bir iklimin yolunu tutmuş; arada kalan arzın sarsılmadığı zamanlarda da kendi başına felaketler çıkarmış insan, yarılan o toprak yüzünden kılıç çekmiş birbirine, aç bırakmış, binlercesi kara toprakla buluşmuş, kaybedenler “bu eller bize haram” diyerek çıkmış yollara. Bir hayalet gibi… Başka bir hayaletin ekmeğini yemeğe…

        Kökü sorulduğunda herkesin atasının uzak bir yerden gelmiş olmasının sebebi budur.

        *

        Varoluşumuzdan beri büyük yolculuk sürüyor. Kavimler göçü gibi dehşet bir isim bulmuşuz bu yolculuğa… Bir türlü bir yerde rahat edememişiz. Gurbet türküleri buradan doğmuş, sıla hasreti buradan çıkmış, vatan özlemi buradan… Sürgün edebiyatı da… O gün bugün muhaciriz hepimiz; “gideceği yeri olmayan”, “gezen Yahudi” misali…

        Hangi milletin hangi kara parçası onun vatanıysa, o vatanın içinde küçük yurtları vardır yurttaşlarının da… (Öğrencilerin barınma mekanlarına “yurt” demeleri boşuna değil!) Askere gideriz, ilk aradığımız kişi “toprağımız”dır, ne yapar eder memleketlimizi arar buluruz. Gurbete gideriz inşaatlarda çalışmaya; o inşaatlardan gelecek aşina olduğumuz tınıdan bir türküye kulak kesiliriz, belki de o ezgi bir hemşerimizi getirecek bize. Hamal oluruz, yanımızda memleketimizden biri aynı yükü taşısın isteriz. Mahalle kurarız büyük şehirlerde, ille de köylümüzü getiririz mahalleye. Ve en önemlisi evlenirsek eğer, “kendi köyümüz”den biriyle evleniriz.

        Hepsinin sebebi yurt özlemidir aslında.

        *

        İnsan nereye giderse gitsin, istese de istemese de dilini alır yanına. İnsan nereye giderse gitsin başka bir insandan anlayacağı bir kelimeye kulak kesilir her durumda.

        Daha önce de çeşitli vesilelerle nakletmiştim bu hikayeyi; hikâye, eski Sovyetler Birliği’nde yetişmiş, Kürt edebiyatında hikâye alanında önemli ürünler vermiş Tosinê Reşîd’e ait; yıllar önce Türkçeye çevirmiştim.

        Stalin diktatörlüğü hüküm sürüyor her yerde. Kafkaslarda, buralardan sürülmüş Yezidi kavmi yaşıyor. Bu kavmi bir araya getiren tek şey inançlarıdır. Her şeyden vazgeçer inançlarından vazgeçmez Yezidi. Müslüman Kürtlerin zulmünden kaçmıştır çoğu “dinsiz” komünistlerin idare ettiği Sovyetler Birliği’ne… Güya burada rahat edecekler. Oysa Stalin bütün dinleri ve ritüellerini yasaklamış bir yığın şeyle birlikte. Ama Yezidilerin kafasını kessen vazgeçmezler ibadetlerinden. Vazgeçerlerse biteceklerine inanırlar. Bu yüzden gizli gizli ibadetlerini devam ettirirler. Etraf ajan kaynıyor, devlet istihbarat devleti, gammazlarlar. Stalin sürgün cezasını uygun görür Yezidilere.

        Kamyonları dayıyorlar evlerin kapısına, yanlarına birkaç eşya almalarına izin verip aynı kamyonları bu kez tren vagonlarının kapısına dayıyorlar.

        Hikâyemizin kahramanı Silo’un ailesi de bu ailelerden birisidir. Silo’nun ağabeyi ölmüş, yengesi ve çocukları da ona emanet, kendisinin de dört çocuğu var. Hepsini bir vagona dolduruyorlar bir kış başı ve tren doğuya doğru yola çıkıyor.

        Bir hafta sonra ıssız bir yerde duruyor tren. Vagonlarda ölü var mı diye bakıyorlar, varsa ölüyü indirip, orada istasyon görevlilerine teslim ederek yola devam ediyorlar.

        Bu sırada Silo’nun bir yeğeni hastalanıyor. Ateşi 40’ı geçiyor, ilaç yok, trenin içi buz gibi soğuk... İlaç istiyorlar tren durduğunda askerlerden, ilaç veren yok. Birkaç gün içinde çocuk, annesinin kucağında, ateşler içinde yanarak ruhunu teslim ediyor.

        Tren durmadan doğuya doğru yol alıyor.

        Silo, yeğeninin ölüsünü teslim etmiyor; biliyor bir yol kenarına atacaklar. Oysa o dini bir törenle toprağa vermek istiyor çocuğu. Vagonun içinde soba var, yakmıyorlar ceset kokmasın diye. Soluklarıyla ısınıyorlar, annesi çocuğun başında gözyaşı döküyor, kalabalık aile hep birlikte taziyede...

        Günler sonra uzak, çok uzak bir yerde, Tanrı Dağları’nın orada tren aniden duruyor. Hepsini vagonlardan indiriyorlar. Kamyonlara bindiriyorlar. Silo ve ailesini de bir kamyona yüklüyorlar; bu kez kamyon kuzeye doğru yol almaya başlıyor. Dört saatlik bir yolculuktan sonra kamyon onları bir bozkırın ortasında, uzaklarda dağların seçildiği, keskin bir soğuğun hüküm sürdüğü, rüzgârın uğultusundan başka bir sesin işitilmediği bir büyük ıssızlığın tam ortasında bırakıp gidiyor.

        Silo, ailesi ve yanlarında bir çocuk ölüsü... Ne yapıp edip bir an önce cesedi toprağa vermeli. Açlar, susuzlar, tanımadıkları bir gurbet yerdeler... Çaresizler. Sonsuz bozkırın içinde çok küçükler. Uzaklardaki dağlar üzerlerine geliyor. Issızlık... Sessizlik ve kesif bir yabancılık duygusu... Acayip bir yurtsuzluk hali…

        Bir de bakıyorlar ki uzaklarda kendilerine doğru gelmekte olan dört süvari... Atlılar gittikçe yaklaşıyor, yaklaşıyor... Van’dan Kafkasya’ya zulümden kaçmış olan Silo, başka bir zalimin zulmüne uğrayarak getirilmiş buraya, burası rüyalarında bile gördüğü bir yer değil, hele şu gelen insanlarla hiç karşılaşmamış. Renkleri sanki solgun, yüzleri yuvarlak, gözleri küçük ve çekik...

        Dört süvari yanlarına gelince, en yaşlıları atından iniyor ve:

        “Selamünaleyküm!” diyor.

        Silo’nun içinde aniden güller açıyor:

        “Aleyküm selam” diyor.

        Bu iki kelime yetiyor, Tanrı Dağı’nın eteklerinde yaşayan bir Kırgız Türk’ü ile ta Van’dan buraya atılmış bir Yezidi Kürt’ün, dünyanın bu ıssız yerinde, öteki ucunda birbirine sarılmalarına.

        Birbirlerine sarılıyorlar.

        *

        Yakın tarihlerde; 93 Harbi’nde Ruslar Balkanlar’daki Müslüman ahaliyi önüne katıp İstanbul’a sürdüğünde, aynı şey Kırım'da, Kafkaslar’da olduğunda, İttihatçı güruh Osmanlı Ermenilerinin yönünü Dêrezor çöllerine çevirdiğinde, Dersim’den kafileler halinde insanlar sürüldüğünde, iskan politikaları sonucu aşiretlerin yerleri değiştirildiğinde, Birinci Cihan Harbi sırasında Şengal dağlarındaki Yezidileri Kafkasya’ya kovalandıklarında, Saddam Hüseyin Halepçe’ye elma kokan zehirli gaz attıktan sonra ölümden kurtulan Kürtler bize koştuğunda, Suriye’de iç harpten hemen sonra bir zamanlar bizim yurttaşımız olan ahali bize sığındığında, Van’da zelzele olduğunda Van’dakilerin soluğu İstanbul’da almalarında, şimdi de büyük felaket coğrafyasında memleket sathına yayılan depremzedelerin yer değiştirmelerinde; yersiz, kimsesiz kalmış insanda oluşan tek ortak duygu, bir daha da ölünceye kadar yakasını bırakmayacak olan kesif bir “yurtsuzluk” duygusudur ki kuşaklar boyu insanın yakasını bırakmaz.

        Yurdundan (bu memleketi, ülkesi, vatan toprağı olabileceği gibi köyü, şehri de olabilir) kopan insan her şeyden önce “güven duygusunu” kaybeder. İnsan yurdundan ayrıldığında, yurdunu hatırlatacak çok az şey alabilir yanına. Bazen de hiçbir şey alamaz. Nazi zulmüne maruz kaldığı için kendisi de bir “yurtsuz” olan Jean Améry’nin deyimiyle, yanında ne kadar azını taşıyabiliyorsa, o kadar daha fazlasına ihtiyacı vardır çünkü. Ama işte istediği kadar anı alabilir hafızasına, buna engel yok.

        Siz bakmayın felaketzedelere biz rahatı pek bozulmamış olanların onlara “evim, yuvan olsun” demiş olmamıza. Bu sadece bu sözü söyleyen bizleri rahatlatır, muhacir için bu söz, sadece bir teselliden öte bir anlam taşımaz. Muhacir için yeni mekân, yeni yuva, yeni ev diye bir şey yoktur. Hele yeni yurt? Yurt çocukluğun geçtiği yerdir; çocukluğun ve gençliğin geçtiği, yollarında koştuğu çiçekli bir bahçedir yurt. O bahçeyi kaybeden, ayağı ne kadar sağlam yere basarsa bassın, gittiği yerde ona ne kadar iyi davranılırsa davranılsın onu bir daha bulamaz; o artık bir kaybedendir. Kaybettiği şey çocukluğu, yani cennetidir.

        Peki cennet nedir?

        *

        Bu sorunun farklı bir cevabı, modern Kürt edebiyatının mühim yazarlarından birisi olan dostum Hesenê Metê’nin “Hevsar” (Yular) adlı novellasının içinde çıktı karşıma.

        Rivayet edilir ki Hazreti Adem şeytana kanıp, çokça da Havva’nın telkiniyle yasak meyveyi, o sıradan elmayı ısırıp Cennet’ten kovulunca, sürgün edildiği yeni yurdunda, her gün her gece özlem içinde tutuşur, yanar.

        O yeryüzüne sürgün edilmiş ilk beşerdir ancak bunun böyle olduğunun farkında değildir. Çünkü öncesi yoktur. Kimse onun yaşadıklarına benzer bir tecrübe yaşamamıştır; gelenek yok...

        İçinden gelen bir dürtü, önüne geçemediği bir his onu her geçen gün biraz daha kedere, biraz daha hüzne boğar. Orayı özler. Boğazına kadar hasretle dolar. Her şey ona eski yurdunu hatırlatır. Burnuna gelen her koku, damağına yapışan her tat, esen her yel ona eski yurdunu getirir.

        Kurak rüzgarların estiği, kıraç toprakta otun bitmediği, dağı yabancı, hayvanı vahşi, ormanı ormana benzemeyen, suyu demir tadında, ekmeği tuzlu yeni yurdunda bir süre sonra Adem ile Havva’nın çocukları olur.

        Çocuklara masal anlatma geleneğini de Adem başlatır. Etrafına toplar çocuklarını masallar anlatır onlara. Bir süre sonra bakar ki aslında her gece aynı masalı anlatıp duruyor çocuklarına; her gece bıkmadan usanmadan aynı kelimelerle geldiği yeri sayıklıyor. Oradaki hayatını, güzellikleri, sütten ırmaklarını, bal şerbet sularını, şekerden dağlarını, ormanını, havasını, suyunu, hayvanını, bitkisini, gülünü, çimenini, toprağını, ağacını, mor dumanlı dağlarını, nehirlerini, çağlayanlarını, göllerini, ördeklerini, billur sesli kuşlarını…

        Böyle her gece anlata anlata bir süre sonra çocuklar müptela olur anlattıklarına. Artık o masalı dinlemeden uyuyamaz olurlar. “Hadi baba bize bir masal anlat,” derler her gece. O da bıkmadan usanmadan aynı masalı anlatır. Anlattıkça hikayesi büyür. Anlattıkça anlattığı mekân çocukların muhayyilesinde kocaman bir dünyaya dönüşür.

        Bir süre sonra babalarının anlattığı yer çocuklar için bir “anayurt” halini alır.

        Oysa onların yaşadığı o yeryüzü parçası, o sürgün yurdu, babalarının anlattığı o yere hiç benzemiyor. Gün geçtikçe babalarının anlattığı yeri daha çok merak etmeye başlarlar.

        Aradan zaman geçer, babalarının adını vermeden anlattığı yer, çocukların muhayyilesinde bir biçim alır; bir süre sonra oraya bir isim verirler. Oranın yeni adı “Cennet”tir artık! Bu masalda cennet çocukların bir buluşudur ve bu yüzden insanlar anayurtlarına “cennetim” derler!

        *

        Çocukluğumda Hakkari’de İstanbul’a göçmüş bir Şükrü Amca’dan bahsederlerdi. Belki de Hakkari’den yüklenip kendi isteğiyle İstanbul’a ilk göç eden hemşerimizdi; bu yüzden. O zamana kadar hiç kimse o kadar uzak yere gitmemişti. Sonra ben de mektep okumaya geldim bu şehre, bitince de gazeteci oldum. Aklıma geldi, gidip Şükrü Amca’yı bulsam, bana macerasını anlatsa, ben de gazeteye yazsam… Telefonunu buldum, adresini aldım, gittim Tarabya’nın Ferahevler Mahallesi’ne. O zamanlar zor ulaşılan bir yerdi. Kırlık alanlardan geçtim, çamurlara battım çıktım, vardım mahalleye ve Şükrü Amca’nın evine. Buraya ilk gelenlerden birisiymiş o. Evini tepenin Boğaz’ı gören tarafına değil de arkasına yapmıştı, nedenini sordum, "deniz tarafı fazla rüzgar alıyor" dedi. Bahçe içinde iki katlı evdi. Bahçesinde bir sürü kuş heykeli vardı, becerikliydi, her şeyi kendisi yapmıştı; ağaç yontmuş, onlardan dağ keçilerini, bizim oraların göklerinde uçan kartallarını, kuşlarını falan yapmıştı… Bahçesine bile memleketinde yetişen çiçeklerini ekmişti. Havadar bir yer olduğu için “Ferahevler” adını bile o koymuştu mahallenin. Evinin sokağına ve onu kesen bir başka sokağa Hakkari’nin dağları “Cilo” ve “Sümbül” dağlarının isimlerini uygun görmüştü; bu yazıyı yazarken haritaya baktım o isimler hala duruyor orada.

        Şükrü Amca, kendi isteğiyle gittiği İstanbul’a asıl “yurdunun” iki dağının adıyla birlikte kuşlarının, dağ keçilerinin ağaçtan yonttuğu heykellerini götürmüştü.

        12 Eylül’den sonra Paris’e kaçıp o gün bugün memlekete bir daha dönmemiş olan ilk gençlik arkadaşım Zirek’le de otuz sene sonra Paris’te karşılaştığımda, arkadaşımın oturduğu semtteki tarihi çeşmeye, Hakkari’deki “Bolak Çeşmesi”, bir viraja “Serê solan” virajı, bir tepeye “vatan tepesi” adını verdiğini görmüştüm hayretler içinde; beni oralarda gezdirmişti ilk gençliğimizin mekanlarında gezdirir gibi.

        İnsan gittiği her yere yurdundan bir şey taşımak ister. Mesela Yahudiler’le Yezidiler, her şeylerini bıraksalar da yanlarına mutlaka dinlerini alırlar. Benim Şükrü Amca ile arkadaşım Zirek gibileri ise yurtlarının yer isimlerini ancak…

        Yeni yurdunda insan en çok köksüzlükten korkar çünkü.

        *

        Tarihin çok eski çağlarından beri muktedirler; yurdundan ayrı düşmenin ne kadar büyük bir keder ne kadar büyük bir ıstırap ne kadar büyük bir acı olduğunu bilindiklerinden onu bir “cezaya” dönüştürüp suçlu gördükleri insanlara vermişler. Suçluyu memleketinde çok uzak diyarlara -bazen denizaşırı- gönderip orada keder içinde, sefalet içinde, özlem içinde ömür tüketmelerine “sürgün cezası” demişler.

        Misal 1300 yılında, Floransa’da şehrin idaresinde söz sahibi olanlardan birisi olan büyük şair Dante, şehrin Papa karşısında bağımsızlığını savunduğu için elinden malları alındı ve sürgüne gönderildi. Sürgündeyken üstüne idam cezası geldi. İtalyan dilinin “kurucu babası” Dante o günden beri kıymetinden zerre bir şey kaybetmemiş olan mühim eseri “İlahi Komedya”yı Ortaçağ’dan Rönesans’a geçiş sırasında yazdı. Yurdundan ayrı düşmenin acısını kitabının “Cennet” cildinin 58’inci Kantosu’nda şu dizelerle dile getirdi:

        “Başkasının ekmeğinin ne kadar tuzlu,

        Başkasının merdiveninden çıkmanın

        Ne denli zor olduğunu göreceksin”

        Hangi yolla olursa olsun yurdundan ayrı düşen insanın ilk fark ettiği şey suyun ve ekmeğin tadıdır. Gittiğin yerde içtiğin ilk suyun tadı demir gibi ağır, kurşun gibi oturur içine. Yabanın ekmeği ise tuzludur fırından yeni çıkmış olsa bile! Çıktığın başkasının evinin merdiveni de soluğunu kesen sarp bir dağ olarak çıkar karşına.

        Yurdundan bir kez ayrılan bir daha kolay kolay geri dönemez oraya. Yurtsuzluğun geri dönüşü yoktur. Geri dönerse eğer insan “kayıp zamanı” geri döndüremeyeceğini çok iyi bilir çünkü. Ve Nazım Hikmet’in dediği gibi, “İki şey vardır ancak ölümle unutulur/Anamın yüzüyle şehrimizin yüzü”.

        Bu yüzden Konstantinos Kavafis; “aklın ne kadar kalırsa kalsın o çorak ülkede, yüzünü nereye çevirsen çevir, nereye bakarsan bak, kara yıkıntılarını göreceksin ömrümün” demişti… Yeni bir ülke yok, başka bir deniz de…

        “Şehir arkandan gelecek”.

        Diğer Yazılar