Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Daha önce kitaplarımı okumuş, yazdıklarıma aşina biriyle karşılaşmıştım yıllar önce; oturmuş sohbet etmiştik, edebiyattan, kitaplardan, yazarlardan bahsederken Mehmed Uzun’un da bütün romanlarını okuduğunu söyledi ve “Onun dili ne kadar benziyor sizin dilinize,” dedi biraz da bana iltifat yapmak istercesine. Gülümsedim, onu onayladığımı sandı, sordum:

        “Mehmed Uzun’u Kürtçede mi okudun, Türkçede mi?”

        “Türkçe okudum, ben Kürtçe bilmiyorum,” dedi.

        Durumu hâlâ anlamamıştı, izah ettim:

        “Onları ben Türkçeye çevirdim zaten,” dedim. Yine de anlamamıştı galiba; “Biliyorum,” dedi.

        Bu “sağırlar diyaloğunu” uzatmak istemedim. Daha sonra “çevirmenin kaderi” üzerine uzun uzun düşündüm, okur metnin güzelliğine bakar ama onu o şekilde yazmış olan yazardır zaten der ve geçer dedim kendi kendime. Maharet ve iltifat her zaman yazarındır, çevirmen de buna takılmaz. Zaten iyi çeviri okura o yabancı yazarın o kitabı çevrildiği dilde yazmış duygusunu hissettiren çeviridir.

        REKLAM

        Mehmed Uzun’un her romanını Türkçeye çevirdiğimde bana hep aynı şeyi söyledi durdu:

        “Te fîstanek nû li romana min kiriye.”

        *

        “Romanıma yeni bir fistan giydirmişsin,” sözü, sanırım bir çevirmenin kitabını çevirdiği yazardan duyacağı en güzel iltifatlardan biri olsa gerek. İyi bir yazarın yazdığı kendi özgün dilinde bir romanı sırma kıyafetler içinde duran narin bir kadına benzetmek yakışır ama aynı kadını alıp başka bir dilde ona yeni bir kıyafet giydirmek sanırım bir hayli terzilik mahareti ister. (Mina Urgan’ın “Sabahattin Eyüboğlu, ‘çeviri kadın gibidir; ya serbest ve güzel olur, ya da sadık ve çirkin derdi’ demesi ne kadar çirkin, ne kadar itici bir tanımlama; bunu bir kadının alıntılamış olması bir o kadar facia!) İster istemez ilk terziye ihanet edersin; en iyisi ilk terzinin diktiği kumaşın renklerine, dikiş biçimine, biyesine, bordürüne, çatmasına, kupuna fazla takılmadan, o sırma kumaşın, tasarımıyla, renkleriyle, ince işçiliğiyle tersini yüzüne getirmektir.

        Ama yine de çeviri, bir güzeli bir tül perdenin gerisinde öpmeye kalkışmaktan fazla bir şey olmasa gerek.

        Umberto Eco, edebiyat çevirisi için demiş ki:

        “Üzerinde durduğumuz her cümle, bir metindir ve bir metni anlamak -özellikle de çevirmek- için bu cümlenin temsil ettiği olası dünyaya ilişkin bir varsayımın kurgulanması gerekir. Yani bir çeviri … tahminlere dayanmak zorundadır ve çevirmen ancak kendisine akla yakın gelen bir tahmin oluşturduktan sonra metni bir dilden ötekine taşımaya girişebilir…”

        REKLAM

        *

        Dünya edebiyatında sanırım daha önce hiçbir yazar ve çevirmenin yaşamadığı özgün bir deneyi ilk defa Mehmed Uzun’la ben birlikte yaşadık. Hayatının en verimli yıllarında, ölümün gittikçe yaklaştığından bihaber, artık yazarlığının doruklarında gezinmeye yaklaştığı, adı Nobel adayları arasında geçerken; yıllar yılı düşündüğü o büyük romanını yazmaya koyuldu. (Bazı yazarlar, yazarlık uğraşının ilk yıllarında yazarlar bu kitabı, bazıları serüvenlerinin ortasında, bazıları da yazarlık hayatlarının sonuna doğru… Bazıları da tek bir roman yazar, kenara çekilir, hep o kitapla anılırlar. Mesela Elias Canetti’nin “Körleşme”si böylesi kitaplardandır.) 54 yaşında öldüğünde Mehmed Uzun yedi roman yazmıştı. En son romanı “Hawara Diclê” (Dicle’nin Yakarışı, Sel Yayıncılık) başyapıtıdır. Karar verdik, o her bölümü yazıp bitirdiğinde üzerine çalışacak, işte son hali budur dediğinde bana gönderecek, o ikinci bölümü yazarken ben birinci bölümü Türkçeye çevirecektim. Böylece belki de edebiyat tarihinde bir ilki gerçekleştirecek, aynı romanı iki dilde aynı zamanda bitirip yayınlayacaktık.

        *

        “Dicle’nin Yakarışı”nın ilk sayfasına Mehmed Uzun, romanını kızına ve oğluna ithaf eden bir not düşer ki şöyledir:

        “Zerya kızım

        Alan oğlum!

        REKLAM

        Ben sizin yaşınızdayken, sesleriyle ruhlarımızı terbiye eden Biro’ya benzeyen dengbêjler vardı. Ne yazık ki onlar şimdi yoklar. Onun için yanlarına oturup seslerine kulak veremezsiniz. Hiç olmasa onların sesini bu kitabın sayfaları arasında duyabilesiniz diye bu romanı, ‘Dicle’nin Yakarışı’nı size armağan ediyorum.”

        Başlangıçta ve finalde “Kandil” adını verdiği bağımsız iki bölüm hariç yedi bölüme ayrılır roman. Romanın kahramanı tek gözü kör, katliamdan kurtulmuş ihtiyar dengbêj Yezidi Biro etrafına topladığı kırk gence uzun ömrünün, ömründen de uzun yolculuğunu anlatır. Hani Tolstoy’un bahsettiği “yolculuk” var ya, o yolculuğa benzer bir yolculuk işte. Toplam yedi gecede yedi meclis kurulur. Her gecenin bir adı vardır; sırasıyla “Gökyüzü”, “Ay”, “Güneş”, “Toprak”, “Yıldız”, “Cennet” ve “Cehennem” bölümlerinde Biro bizi Cizîra Botan’dan kaldırarak tekmil Mezopotamya coğrafyasını, sonra Anadolu’yu, arkasından İstanbul’u, en sonunda Girit Adasını gezdirir. Tam iki yüz sene boyunca bu kadim topraklarda olup biten kıyımları, sürgünleri, isyanları, katliamları, tehcirleri, insanların çektiği azabı, işkenceyi, yurtsuzluğu, kimsesizliği, insanın insana ettiklerini, insanın doğaya ettiklerini bir dengbêj dili sadeliği, basitliğiyle anlatır; alt metinde de felsefi, coğrafi, tarihi, lengüistik, çok kültürlülük, milliyetçilik, yaratıcılık, zor şartlarda sanat yapmak gibi mühim meseleleri tartışıp durur.

        *

        Ben bu romanı çevirmeye başladığımda henüz Dante ve “İlahi Komedya”dan bihaberdim. Romanın sayfaları arasında arzı endam eden kahramanlar geçidi sırasında, eski zamanlardan kalma, antik dönemden üç isim çıktı karşıma. Mehmed Uzun tarihin ilk “savaş muhabiri” Ksenofon’u, belki de ilk sürgün şairi Ovidius’u ve yine şair Vergilius’u romanının içine sokmuş ama bir edebi oyuna başvurarak bu üç önemli şahsiyetin isimlerini romanın esas kahramanı Biro’nun Kürtçesine uyarlamıştı. Romanın içinde bu üç büyük yazarın kitaplarına Biro, Cizre’de bulunan Mir Bedirhan’ın Ermeni danışmanı Mam Sefo’nun kütüphanesinde rastlar, dilini bilmediği için bu kitaplardaki resimlere bakarak içindekilerle ilgili tahminler yürütür ve her birisinin isimlerinde küçük değişiklikler yaparak onlara Kürtçe anlamlar yükler. Ksenofon’un adı Biro’nun diline “kişi” anlamını da ihtiva eden “Keso”; Ovidius’un zaten ismi olan Kürtçede “tanıdık” anlamına gelen “Naso”; Vergilius’un adı da zaten adı olan ama Kürtçede “yılan” da demek olan “Maro”dur. Biro seslere tutkun bir adamdır, okuması yok, her şeyi seslere göre anlamlandırır. Bu üç şahsiyete dair şunları söyler romanın bir yerinde:

        REKLAM

        “Kitaplardaki resimlere baktıktan sonra diyebilirim ki Keso’nun sesi çelik gibi sertti, kayayı bile deliyordu; Naso’nun sesi kadife gibi yumuşaktı, en katı yüreği bile yumuşatıyordu; Maro’nun sesi ise Dicle’nin sesine benziyordu, bazen coşkun, bazen dingin daima akıp duruyordu.”

        *

        Ksenofon “Anabasis”in yazarıdır. Pers seferine katılmış, bozgundan sonra on bin askerle geri dönüş yolculuğuna başlamış, askerler yollarını şaşırmış, Zagrosları aşarak memleketim Hakkari’ye girmiş, Zap vadisinden geçerlerken “Karduklar” dediği benim hemşerilerim üzerlerine taş, kaya yuvarlamış, ölen ölmüş, kalanlar Trabzon’a varmış, oradan gemiyle memleketlerine gitmiş, daha sonra bütün yaşadıklarını bir “savaş muhabiri” gözüyle “Anabasis” adlı eserine aktarmıştı. Kitabın Karduklar ülkesinde geçen bölümü 1970’li yıllarda “Onbinlerin Kürdistan’dan Geçişi” adıyla kitaplaştırılmıştı, o kitabı çok erken yaşlarda okumuştum, bu yüzden Ksenofon’la ilgili sınırlı bir bilgim vardı.

        Mehmed Uzun’un kahramanı Biro, kendini bazen Keso (Ksenofon)’ya, bazen Maro (Ovidius)’ya, bazen de Naso (Vergilius)’ya benzetir. Bunların içinde kendini birebir Keso olarak görür; çevirimden aktarıyorum:

        “Keso’nun kalın kitabının sararmış sayfalarını açıp resimlerine her baktığımda, bazen resimlerde görülen bir tarihi şahsiyetin kimliğine bürünüyor, bazen muzaffer bir komutan oluyor, bazen derin bir alim, ileriyi gören bir bilge, bazen sıradan bir askere dönüşüyordum. Gücüm yettiği kadar avaz avaz bağırarak, nara atarak, hançer çekerek, yalın kılıç, kâh bir atın sırtında süvari, kâh tabanlara kuvvet bir piyade, kâh baştan aşağı silahlı, kâh çırılçıplak üryan, kâh kızgın ve öfkeli, kâh kumları kızgın, susuz çöllerde, kâh yüksek dağların arasına gizlenmiş derin koyaklarda, kâh Dicle’nin dalgaları arasında, kâh Şengal dağlarının doruklarında, Babil’in burçlarında, Ninova Kalesi’nin sağlam kapılarında, Med ve Karduk ülkesinin geçit vermez yalçın dağlarında, Ermeni yaylalarında, Karadeniz’in kudurmuş dalgaları üzerinde, tavus kuşu kanatlarını takmış bir halde bir yıldırım misali uçuyor, uçuyordum.”

        REKLAM

        *

        Roma döneminin sürgün şairidir Ovidius. Milattan önce yaşamış. Hüzünlü mısraların şairidir. Orta Çağ sonuna kadar Avrupa edebiyatını fazlasıyla etkilemiş. “Aşk Sanatı” kitabıyla İmparator Augustus’un öfkesini üzerine çekmiş. Payına sürgün düşmüş. İmparator Karadeniz kıyısında Pontus’a sürgüne göndermiş onu. Orada dokuz sene boyunca karısına dünyanın en güzel aşk mektuplarını yazmış. Ne yazık ki ona kavuşmadan ölmüş. Bizim Kızkulesi’nde geçen bir de aşk hikayesi yazmış orda şair. Sürgünde dik durmuş bir şair değildir, her insan gibi ağlamış, isyan etmiş, yer yer imparatora yalvarmış da ama nafile. “Karadeniz Mektupları”nda “Sözlerin ağlamanla kesilirse, ziyanı yok/bazen konuşulan kelimelerin ağırlığı vardır gözyaşlarında,” demiş.

        Biro bazen de kendini işte bu Naso olarak görür, şöyle anlatır onu:

        “Naso oluyordum, bilmediğim garip bir dil konuşan yabancı insanların arasında, aşina olmadığım yabancı bir ülkede, alışkanlıklarımdan, sevdiklerimden, dostlarımdan uzakta, kesif bir yalnızlığın içinde unutulmuş, kederli, hüzün dolu bir sesle, hasret dolu bir çığlıkla, karanlık, dalgaları azgın, yabancı bir denize sesleniyordum.”

        *

        Ve Biro’nun üçüncü yoldaşı Vergilius… O Vergilius ki “Cehennem”de Dante’ye rehberlik; Herman Broch’un dünya edebiyatının en çetin ceviz, en deve dişi romanına da kahramanlık yapmış. Vergilius Romalıdır, Roma döneminin en büyük şairi olarak kabul edilir. En önemli eseri “Aeneas Destanı”dır. Homeros’un destanını, büyük anlatıcının bıraktığı yerden alır ve gerisini getirmeye başlar. Yunanlardan canlarını kurtaran Troyalılar, Aeneas önderliğinde yeni Troya’yı bulmak için uzun bir yolculuğa çıkarlar. (Bakın yine yolculuk!) Yolculuğun sonunda Roma’ya varır, burada Roma İmparatorluğu’nu kurarlar. Şairin amacı, Roma’nın köklerini Troya’ya bağlamaktır.

        REKLAM

        Mehmed Uzun’un kahramanı Biro, onun hakkında da şunları söyler:

        “Maro’nun kahramanı (Aeneas) oluyordum, yüküm ağır, boynum bükük, memleketim yanmış yıkılmış, yakınlarım, dostlarım, arkadaşlarım ölmüş, hısım akrabalarım arkamda kalmış, kayıp hayatımın yoldaşı karım, yorgun, kırgın babam, çaresiz çocuklarım, elimde kılıç, yüreğimi ölüm mengenesine kaptırmış halde, bir hırsız kadar sessiz, ölüm kalım savaşından çıkmış yoldaşlarımla birlikte, bir katre umut, biraz daha ışık bulma hasretiyle dolu gemilere biniyor, yer yer ak köpüklü berrak denizin masmavi sularına açılıyor, bazen çığlık çığlığa haykırarak, yaralı yüzümü sürgün ellere, kayıp mekanlara, hiç de misafirperver olmayan insanların yurduna çeviriyordum.”

        *

        Dante’nin “İlahi Komedya”sıyla tanışmam, bu 750 sayfalık romanı Türkçeye çevirmemden sonraya rastlar.

        Mehmed Uzun romanını yazarken, keyif için bir hikaye anlatmaktan çok yasaklanmış, horlanmış, küçük düşürülmüş, onuruyla oynanmış bir dilin, anadili Kürtçenin haysiyetini kurtarmayı amaçlamıştı. Bir dilde, başka bir dile çevrildiği zaman bir mana ifade eden roman yazılabiliyorsa o dile zeval yoktur; bunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden, sadece hamalların konuştuğu sanılan, dağ Türkçesi denmiş, edebiyatı yapılamaz denmiş anadilinden öyle bir roman yazacaktı ki, kelimeleri öylesine birbirine bağlayacak, onlara öylesine dans ettirecek, öylesine uzun cümleler kuracaktı ki; eğer aynı kitap layıkıyla Türkçeye çevrilebilirse eğer, bundan sonra hiç kimse onun anadili için “bu dil değil, birkaç yüz kelimeden müteşekkil iptidai bir lehçedir” diyemeyecekti. Bu yüzden benim çevirimden çok şey bekliyordu, özel bir ihtimam gösteriyor, bana bunu söylediği için de ben de cümlelerin özgün yapısını bozmadan onları esas dilindeki güzellikte Türkçeye çevirmeye çalışıyordum.

        REKLAM

        Allah’ım ne zevkli bir uğraştı ne muhteşem ne kutlu bir işti yaptığımız, şimdi bu yazıyı yazarken daha iyi anlıyorum.

        *

        Evet, Dante diyordum. Dante, kitabının birinci cildi olan “Cehennem”i gezerken kendine rehber olarak Biro’nun deyimiyle “Maro”yu, yani Vergilius’u alır. Vergilius Araf’ta Dante’yi ölümsüz aşkı Beatrice’ye teslim eder ve gider. Zira Vergilius İsa’dan önce yaşamış, cennete gitme hakkı yoktur Hıristiyan inancına göre, bu yüzden Dante’nin “Cennet”teki rehberi sevgilisidir. Ayrılık anı Dante’nin kitabında şöyle geçer:

        “Aydınlık dünyasına dönmek için, rehberimle

        bu yeraltı geçidine daldık,

        mola vermeyi aklımızdan bile geçirmeden,

        o önde ben peşinde yukarılara tırmandık

        sonunda yuvarlak bir delikten

        gökyüzünün taşıdığı güzel nesnelere baktık;

        buradan dışarı çıktık, görmek için yıldızları”

        Böylece Dante ile Vergilius cehennemin dibinden yeryüzüne çıkarlar.

        *

        “İlahi Komedya”da “Cehennem”den çıkışı anlatan bu dizeler, Hermann Broch’un “Vergilius’un Ölümü” (İthaki Yayınları) romanının epigrafıdır.

        REKLAM

        Hermann Broch ve romanın adını ilk defa Mehmed Uzun'dan duydum. Mehmed Uzun yaşadığı yıllar boyunca yayıncısına hep "bu romanı Türkçesini çevirtip yayınlayın" tavsiyesinde bulundu durdu ama her defasında da “onu başka bir dile çevirmek imkansızdır ha” dedi o yakışıklı gülümsemesiyle. Romanı Broch Almanca yazmıştı.

        Peki kimdi bu Broch? Milan Kundera’ya göre, Broch, yüzyılımızın büyük romancıları arasında belki de en az tanınanıdır. “Vergilius’un Ölümü”nü yazmaya başlamadan önce Hitler iktidara gelir ve koca Alman kültürü gözlerinin önünde tarumar olur. O sırada Avusturya’da yaşıyor Broch, beş yıl sonra oradan ayrılır ve ölünceye kadar Amerika’da yaşar. Hitler’in iktidarda bulunduğu yıllar içinde yazar kitabını.

        Onunki de bir yolculuk hikayesidir. “Vergilius’un Ölümü” dört bölüme ayrılır. “Su”, “Ateş”, “Toprak” ve “Hava”… Roma’nın büyük şairi Vergilius, İmparator Agustus’la bir yolculuğa çıkar ve bu yolculuk sırasında güneş çarpmasına maruz kalarak ölür. Roman, Latin dünyasının en büyük şairi sayılan Vergilius’un hayatının son on yedi saatine dairdir. (James Joyce da "Ulysses"te kahramanı Bloom'u on yedi saat boyunca Dublin sokaklarında dolaştırmıştı.) Neredeyse düzyazı-şiir tekniğiyle yazılmış olan roman yaklaşık beş yüz sayfadır ve şairin son saatlerinde hayat ve sanatla hesaplaşmasını anlatır. Bu hesaplaşma sürecinde romanın kahramanı Vergilius; “Şair hiçbir kötülüğün ortadan kaldırılmasına yardımcı olamıyordu. Yalnızca dünyayı ihtişama boğup yücelttiğinde kulak veriliyordu ona, yoksa olduğu haliyle anlattığında değil. Sadece yalan ünün ta kendisiydi yoksa bilgi değil,” diye düşünüyor. Bu yüzden başyapıtı “Aeneas Destanı”nı yok etmeye karar verir. İmparator da onu bu fikrinden vazgeçirmeye çalışır.

        REKLAM

        “Su” başlıklı birinci bölümde yazar yolculuğu anlatır. İkinci bölüm “Ateş”te o günün gecesinde şairin havale geçirmesini…. Üçüncü bölüm “Toprak”ta şairin ateşler içinde büyük eseri “Aeneas Destanı”nı yakmayı kafasına koymasını, İmparator Agustus ve dostlarının onu bu fikrinden vazgeçirmeye çalışmasını... Dördüncü bölüm “Hava”da ise şairin ölümü var… Vergilius hayata ve ölüme son bir bakış atar, şair ölür ama büyük eseri “Aeneas Destanı” bugüne kalır.

        Yaklaşık beş yüz sayfalık romanı böyle birkaç cümlede özetlediğime bakmayın siz, bu kitap ne özete ne de hikayeye gelir. En basit anlatımıyla, ne demek istediğim daha iyi anlaşılsın diye bu örneği veriyorum; bizden Edip Cansever’in, Sezai Karakoç’un, Necip Fazıl’ın, son dönem Melih Cevdet’in bütün şiirlerini birbirine karıştırarak bir kaba boşaltın, sonra onları hiçbir mantık gözetmeksizin yan yana dizin, tümünün beş yüz sayfa falan yaptığını düşünün ve okumaya başlayın… Neyse bunu da yapmayın, beyhude bir çaba olur, en iyisi gözünüz kesiyorsa romanı okuyun.

        *

        Hannah Arendt, Hermann Broch’u “gönülsüz şair” olarak tanımlar. Ona göre Hermann Broch, “kendine rağmen bir şairdi. Bir şair olarak doğmuş ama bir şair olmak” istememişti. Benim anladığım; aslında bir felsefeci olan Hermann Broch, derdini böyle uzun uzun felsefi metinlere dökmek yerine, bütün meselesini bu devasa boyutlardaki, kelimelerin virgüllerle ayrıldığı, sayfalar süren cümlelerin bir türlü noktayla sonlanmadığı, anlatının gittikçe derinleştiği, felsefe metni mi, uzun bir şiir mi bir süre sonra birbirine karıştığı bir metin yazmış; sanata, ölüme, iktidara, sanatçıya, özlemlere ve geleceğe yönelik amansız bir sorgulamaya girişmiş, bunu da roman yoluyla yapmıştı.

        Mehmed Uzun o zamanki yayıncısına “bu romanı mutlaka Türkçeye çevirtin” dediğinde, Ahmet Cemal adında bir büyük mütercimin tam otuz yıldan beri o romanın çevirisi üzerine çalıştığını bilmiyordu; sadece o mu hiçbirimiz bilmiyorduk!

        REKLAM

        *

        2007 yılında Mehmed Uzun vefat etti, "Vergilius'un Ölümü"nün Türkçesi 2012 yılında yayınlandı.

        Ahmet Cemal, romana yazdığı önsözde, tam kırk yıl süren çeviri macerası üzerine çok çarpıcı bilgiler verir.

        1978 yılında bir tesadüf eseri karşılaşmış romanla. İlk otuz sayfasını okuduktan sonra kitabı Türkçeye çevirmeye karar verirken kendine de bir söz vermiş. Günün birinde bu kitabı çevirmeyi başarırsa eğer, artık kendisine “çevirmen” diyecekti! Cemal’in verdiği bilgiye göre, romanın “Su-Varış” başlıklı birinci bölümü Almanca metninde tam on sekiz satırlık tek cümleyle açılır.

        Prof. Dr. Andreas Tietze bu kitabı çevirmeye karar verdiğini öğrenince Ahmet Cemal’e, “Yalnız herhalde biliyorsunuz, ilk cümleyi Türkçede birkaç cümleye bölmek zorunda kalacaksınız, çünkü Türk dilinin yapısı, genelde bu kadar uzun bir tek cümleye uygun değildir!” demiş. Oysa onun bir iddiası daha vardı: O bölümü Türkçeye, Almanca aslında olduğu gibi, tek cümle ile çeviremediği takdirde kitaptan vazgeçecekti.

        Günlerden bir gün, bir ikindi vakti, bir sahil kasabasından Akdeniz’i seyrederken, cümlenin Türkçesi ansızın gözlerinin önünde belirivermiş. Ve yolculuk başlamış. Hayatında bir daha böyle bir dil serüveni yaşamayacağını da biliyordu işe giriştiğinde.

        REKLAM

        *

        Benimki de öyle… Ben de 2003 yılının kışında Cihangir’de, evimin mutfak masasında “Dicle’nin Yakarışı”nın yukarıya aldıklarıma benzer uzun cümlelerini bölmeden, yazarın Kürtçede yazdığı gibi çevirmeye başladığımda benzer bir hissiyat içindeydim. Tek farkımız, Ahmet Cemal’in arkasında muazzam bir çeviri birikimi, Hasan Ali Yücel klasikleri, TDK, Türkçeye çevrilmiş binlerce roman, hikaye, şiir, felsefe kitabı yani devasa bir edebi, ilmi külliyat vardı, benim arkamda ise çeviri namına hiçbir şey…Kelimenin tam anlamıyla sıfır!

        Bir geleneği başlatma onurunu edebiyat Tanrısı bana hediye etmişti, şükran o Tanrıya, bu yüzden secdeye varıyorum her gün önünde.

        *

        Elias Canetti, Hermann Broch’un 50. yaş günü için düzenlenen törende bir konuşma yapar ve konuşmanın bir yerinde “aslında her edebi eser, zamanın denizine bırakılmış bir sestir” der. Zamanın denizinde, bilmediğimiz dillerde milyonlarca ses yankılanıp duruyor asırlardan beri. Çevirmenler de olmasa, o seslerin büyük bir kısmını duymayacaktık biz de.

        Diğer Yazılar