Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Çehov dindar değildi, hatta Tolstoy’a göre “Tanrıtanımaz”dı. Tolstoy ise dindardı; onun dindarlığı ise ölüm korkusundan geliyordu. Ölüm korkusu Tolstoy’da bir saplantıydı, bu korku hem sanatına hem de özel hayatına çokça sirayet etmişti. Daha sabiyken annesini babasını kaybetmişti. Bir süre sonra da kardeşi Dimitri’yi kaybetti. Kardeşinin ölümünü, ölümsüz romanı “Anna Karenina”da benzersiz bir sahneyle (Konstantin’in kardeşi Nikolay Levi’nin ölümü) resmetti. Ölüme hep bir mantık aradı, umutsuzca onu hayatın bir parçası haline getirmek için uğraştı durdu.

        Sağa sola başvurdu. Çabası onu eski bir doğu masalına götürdü. Bu masalı “İtiraflarım”da anlattı.

        Çok eskiden, memleketin birinde bir bilge varmış. Her şey gibi, bu dünyanın da geçici olduğunun farkındaymış… “Eğer her şey gelip geçiciyse, insanın bütün bu çabası niye?” diye sormuş kendine ve sorusunun cevabını bulabilmek için uzun bir yolculuğa çıkmış. Çölde yorgun argın yürürken aniden karşısına bir yırtıcı hayvan çıkmış. Aç hayvan bilgeyi kovalamış, o da can havliyle koşmaya başlamış, koşmuş, koşmuş, tam takati kesileceği sırada karşısına bir kuyu çıkmış, hiç düşünmeden kuyuya atlamış. Hızlıca kuyunun dibine doğru düşerken, aşağıda ağzını açmış bir halde onu yutmaya hazır bir ejderha görmüş. Tam ejderhanın ağzına düşecekken, kuyunun duvarında bitmiş bir dal görmüş, can havliyle dala tutunmuş. Aşağıda onu yutmaya hazır ejderha, yukarıda onu parçalamaya hazır yırtıcı hayvan… Ortada dala tutunmuş bir halde çaresiz bilge… Bir süre sonra dalı tutan elleri uyuşmaya başlamış. Yetmemiş, o sırada duvardan çıkan biri beyaz öteki siyah iki farenin tutunduğu dalı kemirmeye başladıklarını görmüş. Ne yapacağını bilmez bir halde, öyle çaresiz, öyle korkuyla sarmaş dolaş kendi haline üzülürken, tutunduğu dalın yapraklarında birikmiş birkaç damla bal görmüş. Dilini uzatmış, başlamış o balı yalamaya…

        Bu eski doğu meselinden kendi payına şu sonucu çıkardı büyük usta:

        “Ben de aynı şekilde hayatın dalına tutunmuştum, biliyordum ki ölüm ejderhası beni bekliyordu, ondan kaçış yoktu ve o beni paramparça edecekti. Böylesi bir işkencenin içine neden düştüğümü anlayamıyordum. Beni bir zamanlar avutan o balı yalamaya çalışıyordum, ama o bal bana artık bir tat vermiyordu ve o siyah-beyaz, gece-gündüz fareleri benim tutunduğum dalı kemirmeye devam ediyorlardı. Ejderhayı apaçık bir şekilde görebiliyordum ve baldan da artık bir tat alamaz olmuştum. Sadece, kendisinden kaçışmayan o ejderhayı ve de fareleri görüyor, onlara odaklanmış olan bakışlarımı bir başka yana çeviremiyordum.”

        “Hayat Üzerine” kitabında da “Ölümden korkan insanlar ölüm onlara boşluk ve karanlık olarak göründüğü için korkarlar ama hayatı görmedikleri için boşluk ve karanlık görürler” diye yazdı.

        Kendi ölümünden çok korkuyordu ama bunu bir türlü kendine itiraf etmek istemiyordu. Bu yüzden bol bol kutsal kitapları okuyor, diğer dinleri inceliyor, Hazreti Muhammed’in hayatını merak ediyor, bu yolla kendini sakinleştirmeye çalışıyordu.

        “İtiraflarım”da şunları yazdı:

        “Daha önceleri ejderha dehşetimi yatıştıran, hayata dair mutluluklar aldatmacası artık beni kandıramıyordu. ‘Hayatın anlamını anlayamazsın, o yüzden düşünme, sadece yaşamaya bak!’ Bu sözü ne kadar çok işitmiş olursam olayım, artık yaşamaya bakamıyorum; zaten gereğinden fazla bir süre öyle yaptım. Artık gece ve gündüzün boyuna yer değiştirip bana ölümü getirişleri karşısında gözlerimi kapayamıyorum. Tek gördüğüm bu, çünkü tek gerçek bu. Geri kalan ne varsa yalan.”

        *

        Hayatın sırrına dair keşfi yaşlılığında başlamadı. Daha küçükken çıkmıştı bu keşif yolculuğuna.

        Çok küçük yaşlardayken önce annesini sonra da babasını kaybedince, en büyükleri Nikolenka kardeşlerine yetimliği tattırmayacağına dair kendine söz verdi. Onlara baba gibi anne gibi baktı, her gün yeni bir oyunla çıktı karşılarına. Bir gün bir oyun sırasında kardeşlerini topladı ve onlara bir sır vereceğini söyledi. Kardeşlerine; şimdi vereceği sır çözüldüğünde dünya bütün kötülüklerden arınacak, herkesin kalbine sevgi ve iyilik dolacak, böylece bütün insanlar mutlu bir şekilde, “karınca kardeşliği” gibi yaşayacaklar dedi. Kardeşlerin içinde “sırrı”en çok Lev merak etti. Onu öğrenmenin heyecanıyla gözyaşlarına boğuldu. Ağabeyi sırrın yerini şöyle açıkladı kardeşlerine:

        “O sır, yeşil bir sopaya kazılı ve sopa da Zakaz Ormanı’ndaki dar bir vadinin kıyısına gömülüdür.”

        O sırada Lev beş yaşında, ona bu sırrı anlatan Nikolenka on yaşındaydı. Lev yıllar sonra büyüyüp Tolstoy olunca ağabeyinin anlattığı o oyunla ilgili fikrini şöyle açıkladı:

        “Onun hayal gücü öyle zengindi ki durup dinlenmeden, hiç dili sürçmeden saatlerce masallar, hayat hikayeleri ya da komik öyküler anlatabilirdi. (….) Özellikle karınca kardeşliği ve bununla bağlantılı olarak tüm insanları mutlu edecek olan gizemli, yeşil sopa beni çok etkilemişti. Vaktiyle insanların içindeki tüm kötülüğü yok edecek ve onlara en büyük iyiliği getirecek şeyin kazılı olduğu yeşil bir sopanın varlığına nasıl inandıysam bugün de bu hakikatin varlığına öyle inanıyorum. (….) Eğer bir gün bedenimi bir yere gömmek gerekecekse, bunun Nikolay’ın anısı olmasını isterim.”

        Vasiyeti buydu.

        *

        Tolstoy aşağı yukarı Çehov’un iki katı kadar ömür sürdü. Çehov gencecik yaşta, 44’ünde öldü, Tolstoy ise 82 yıl yaşadı. Çehov hikayeci ve piyes yazarı olarak ünlendiğinde, Tolstoy malikanesinde yüzlerce çalışanıyla birlikte adeta İkinci Çar’dı. Malikanesini her gün onlarca hayranı ziyaret ediyordu.

        İlk karşılaşmalarının hikayesi de tuhaftır. Genç bir hayranı olarak onu görmeye gelen Çehov, yolda omzuna havlu atıp nehre yüzmeye giden Tolstoy’la karşılaşır, köylü sanır onu Çehov, zaten Tolstoy köylü hayranı, malikaneyi satıp parasını köylülere dağıtmayı geçiriyor kafasında. Genç adam, köylü kılıklı adama “Benim adım Çehov, Tolstoy’u görmeye gelmiştim” deyince, Tolstoy’un yüzü aydınlanır. Demek o muhteşem hikayelerin, piyeslerin yazarı bu çocuktur!

        Dostlukları o gün başladı. Ama bir sorun vardı. Ne Tolstoy Çehov’un fikirlerini beğeniyor ne de Çehov onun fikirlerini ama ikisi de yazar olarak birbirine bayılıyorlar. Kıyasıya eleştiriyorlar, ama hiç darılmıyorlar birbirine. Çehov’un en büyük korkusu, “Tolstoy’un ölmesi, çünkü velayet onda, o giderse geriye çobansız bir sürü kalacak geriye” diye yazar bir mektubunda. Tolstoy’un da ona dair fikirleri muhteşem. Ona göre Çehov Tanrıtanımaz bir kafa ama kalbi altın... Dili ise olağanüstü… Yazar olarak tekniğini kendi tekniğinden üstün... Gelin görün ki Tolstoy ona dair bunları yazdığında Çehov hayatta değildi.

        *

        Anton Çehov, Rusya’nın güneyinde Taganrog’da, dindar, tüccar bir ailede doğdu. 17 yaşındayken Moskova’ya gitti ve iki yıl sonra tıp mektebine yazıldı. Baştan beri o bir Moskova aşığıydı, bir mektubunda, “Sonsuza kadar bir Moskovalı kalacağım” diye yazar. Öğrenciliği sıkıntı içinde geçti. Doktor oldu, sıkıntıdan kurtulamadı. Doktor olarak şehrin gecekondu mahallelerini tanıdı, hayatı boyunca da genelevlerin daimi müşterisi oldu. Moskova’nın yeni okur-yazarları işçi ve memurlar için çıkan mizahi bulvar gazetelerinde ilk edebi denemeleri yayınlandı. Temaları basitti, zaten hep bu basitliğin içinde gezindi durdu. Hikayelerinde sokak hayatını anlattı, aşk ve evliliği tiye aldı; şehrin yoksul mahallelerinde dolaşan doktorlar, hakimler, basit devlet memurları ve tiyatro aktörleri hikayelerinin kahramanlarıydı.

        Çehov “ucuz gazete sisteminden doğan” ilk önemli Rus yazarıdır. Onu meşhur eden az ve öz yazmasıydı. Okurları trenle işe gidip gelen okur yazarlardı.

        Orlando Figes’e göre, Çehov bu trenleri çok iyi biliyordu. 1892’de şehrin güneyinde, kısa bir seyahatle ulaşılan güzel, küçük bir mülk satın aldı. Bu andan itibaren taşraya yöneldi. Bir şehir özlemi sindi yazdıklarına. Oyunlarında olsun, hikayelerinde olsun bütün önemli eserlerinde Moskova hep özlemi çekilen, ulaşılması zor uzak bir diyardır. Kahramanları durgun bir hayatın hüküm sürdüğü taşrada, kapana kısılmış gibidir, hepsi taşranın ötesini yani büyük şehri, bir bakıma Moskova’yı bir cennet olarak hayal ederler. Sadece kahramanları değil, kendisi de şehri özlüyordu, taşra basık, boğucuydu. Moskova onun için mutluluğun ve daha iyi bir hayatın mekanıydı.

        Çehov bir liberaldi. Bilim ve teknolojiye inanıyordu. Tıp doktoruydu. Kurtuluşu dinde veya bir ideolojide aramıyordu; pratik çözümlerin peşindeydi. Kendisinin aksine koyu bir dindar ve o sırada et yememeye karar vermiş olan Tolstoy’a 1894’te bir mektupla imalı bir saldırıda bulundu, “Elektrik ve buhar, vejetaryenlikte olduğundan çok daha fazla insanlık içeriyor,” dedi. Oyunlarının değişmez teması, ilerlemeydi. Bütün kahramanları “her şey çok güzel olacak” desturuna inanıyor, bunun için çalışmak gerektiğini söylüyorlar. Çehov çalışmayı kutsayan ama bunun için hiçbir şey yapmayan tembel ve hımbıl aydınlara iğneyi batırıyordu. Yaşadıkça deli gibi çalışmayı elden bırakmadı. Çalışmayı kendine din edindi, tek inancı oydu.

        *

        Tolstoy 1855 yılında, çok sevdiği annesinden kendisine miras kalmış, doğduğu, 9 yaşına kadar hayatını geçirdiği en sevdiği evini kumarda kaybetti. Daha sonra bir süre büyük malikanesinin müştemilatında yaşadı. 1860 yılında toprakta serflik kaldırılınca kendini köylülerle eşitlemeye kalkıştı. Onda mal mülk Karun kadardı. Mallarını köylülere cömertçe dağıttı, köylü çocukları için okul açtı. Köylü gibi yaşamaya kalkıştı, bir yığın çalışanının işini hafifletti. Ama kısa sürede her şeyi yüzüne gözüne bulaştırdı. Hayatı zıtlıklarla doluydu, köylü mü olsun soylu mu kalsın bir türlü karar veremiyordu. Bir yandan “Savaş ve Barış”ta anlattığı elit aristokratik kültürle hemhaldı, bir yandan da bu dünyanın utanç verici ayrıcalıklarından kaçmak için uğraşıyordu. Her şeye rağmen köylülerin arasında yaşamaktan zevk alıyordu. Köylü kadınların cinsel cazibeleri onu çekiyordu. Onlarla fingirdeşmekten özel zevk alıyordu. Yakışıklı değildi ama olağanüstü bir seks dürtüsü olduğunu yazar biyografi yazarları. Karısı Sonya’dan on üç çocuğu vardı; bunlara ilaveten mülkündeki köylerde kendisine ait en az bir düzine daha çocuğu olduğu söylenir. Yaşı ilerledikçe köylü gibi yaşamak için daha çok çabaladı. Kendi ayakkabısını ve mobilyasını yapmayı öğrendi. Yazarlığı bıraktı, bir köylü gibi tarlada çalışmaya başladı. Eski hayatından tamamen vazgeçti ve vejetaryen oldu.

        *

        1897’de yayınlanan Çehov’un “Köylüler” hikayesi, o günün Rusya’sında kelimenin tam anlamıyla fırtına kopardı. Trajik bir hikayedir, vaktiyle Zeki Baştımar çevirmiş Türkçeye. Hasta bir garsonun hikayesidir. Kahramanı köyden Moskova’ya göçmüş, garsonluk yapmış ama tutunamamış, üzerine hastalık da gelince karısını ve çocukları almış, köyüne geri dönmüş; dönmüş dönmesine de ailesi bu dönüşten hiç de memnun kalmamış, beslenecek yeni boğazlar getirmiş, ekmeklerine ortak olmuştur.

        Çehov’un hikayesinde köylülerle ilgili şöyle bir bölüm var:

        “Yaz ve kış aylarında bu insanların sığırlardan bile daha kötü koşullarda yaşadıkları aylar oluyordu ve hayat gerçekten de korkunçtu. Kaba, namussuz, kirli ve sarhoştular; her zaman kendi aralarında kavga ediyor, tartışıyor, birbirlerine saygı duymuyor, karşılıklı korku ve şüphe içinde yaşıyorlardı. Meyhaneleri işletip köylüleri sarhoş edenler kim? Köylü. Köyü, okulu ve cemaat fonlarını zimmetine geçirip hepsini yiyip içen kim? Köylü. Köylüsünü soyup evini yakan ve mahkemede bir şişe votka için yalan yere yemin eden kim? Köylü. Evet. Öyle… Bu insanlarla yaşamak korkunç; yine de bu insanlar, acı çeken ve diğer herkes gibi ağlayan insanlar ve hayatlarında bunu hoş gösterecek hiçbir şey yok.”

        Çehov, bu hikayesiyle o tarihe kadar kutsallaştırılmış köylü mitine ağır bir darbe indirdi. Rus aydınlarının “halkın dostları, köye doğru” hareketiyle yücelttikleri, ahlak timsali diye gösterdikleri köylü imajını paramparça etti. Tabi ki saldırıya uğradı. Popülistler, Slavcılar, Çaristler, Marksistler hep birlikte Çehov’un üzerine abandı. (Bizim de böyle bir köylü hikayemiz var; Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ü, ayrı bir yazı konusu…) En önde koşanlardan birisi de Tolstoy’du. Ona göre bu hikaye “halka karşı işlenmiş bir günah”tı, Çehov köylünün ruhuna bakmamıştı. İnfial büyüktü!

        Küçük bir edebi hikayenin, büyük bir toplumda böylesine muazzam bir şok yaratması sebepsiz değildi, zira Çehov Rus kimliğinin üzerine bina edildiği bir miti yıkmıştı. (Bizde erken Cumhuriyet döneminde tam da böylesine bir mit üzerine bir kimlik inşa edilmeye çalışıldı, herhangi bir yazar bırakın o mite dokunmaya, tam tersine bütün yazarlar el birliğiyle o miti daha da kutsallaştırmaya kalkıştı.)

        *

        Çehov’un “Köylüler” hikayesinin yayınlandığı 1897’de Tolstoy Çehov’u hastane odasında ziyaret etti. Büyük hikayeci ağır hastaydı. Uzun bir süreden beri veremdi ve hastalığı aniden nüksetmişti. Ciğerinde kanama olmuş, o zamana kadar hastalığını pek önemsememişti, mecburi doktor çağırmıştı. Tolstoy odaya girdiğinde Çehov yatağında oturmuş, gülerek birileriyle şakalaşıyor, elindeki bira bardağına da durmadan kan tükürüyordu. Çehov doktordu ve durumunu en iyi kendisi biliyordu. Buna rağmen morali yüksekti ve hâlâ gelecekle ilgili tasarıları vardı. Oysa Tolstoy onu ölmek üzere bulacağını sanmıştı, Çehov Tolstoy’un yüzündeki “hayal kırıklığını” hemen fark etti. Çehov’un ölümü kabullenmiş olması ve hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi Tolstoy’u büyülemişti. Sakin tavırlarının sebebini öğrenmek istiyordu. Çünkü kendisi ölümden it gibi korkuyordu, şu çocuğa bakın, neredeyse güle oynaya ölüme doğru gidiyor! Yapmadığı bir şey yaptı Tolstoy’, elindeki bardağa durmadan kan tüküren adama ölüm ve ölümden sonraki hayat üzerine bir nutuk çekmeye başladı. Çehov önce onu büyük bir ilgiyle dinledi ama bir süre sonra sabrı taştı. Çehov, Tolstoy’un ölümden sonraki “biçimsiz, donmuş bir kütle” içindeki hayatımıza dair fikirlerine isyan etti, o böyle bir hayat istemiyordu. Ölümden sonraki hayat Çehov’un umurunda değildi, o ölümsüzlük peşinde koşmuyordu, bunu Tolstoy’a söyledi.

        Orlando Figes’e göre iki büyük yazar arasındaki can alıcı fark buydu. Tolstoy ölümü düşündüğünde fikirleri başka bir dünyaya dönüyordu, Çehov ise her zaman bu dünyadaydı, ona göre başka bir dünya yoktu. Tolstoy gittikten sonra Çehov, orada bulunan yayıncısına şunları söyledi:

        “Hiçbir şey haline gelmek korkutucu. Seni mezarlığa götürüyorlar, eve dönüyorlar, çay içmeye başlıyorlar ve seninle ilgili riyakârca konuşuyorlar. Düşüncesi bile korkunç.”

        Biyografisini yazanlara göre, hayatının son yıllarında inançsız olduğu halde Çehov bir ateist değildi. Karmaşık ve değişken bir dini görüşü vardı. Dindar bir ailede büyümüştü, kiliseyle bağları hep vardı. Kiliseleri seviyordu, ona göre “köy kilisesi köylünün güzel bir şeyi tecrübe edebileceği tek yerdi.” Manastırları da seviyordu, “hatta manastırlar dindar olmayan insanları alsaydı ve dua etmek gerekmeseydi, keşiş olabileceğini” yazmıştı.

        Bütün eserlerinde ölüm belirgindir. Doktorluğundan biliyordu (“tıp karım, edebiyat metresimdir” demiş); insanlar çok sıradan bir şekilde ölüyordu ve ölen hemen hemen herkes hayatı düşünerek ölüyordu. Ölüm doğal gidişatın bir parçasıydı.

        Ve ölüm meleği ona göründüğünde; onu büyük bir vakar, cesaret ve hayata karşı hiçbir zaman elden bırakmadığı sevgiyle karşıladı.

        Haziran 1904’te Almanya Badenweiler’da karısıyla birlikte bir otele yerleşti. Gitmeden önce bir arkadaşına “Her şey bitti, ölmeye gidiyorum” dedi. 2 Temmuz gecesi otel odasında ateşler içinde uyandı. Bir doktor çağırdı ve ona yüksek sesle “lch sterbe” (Ölüyorum) dedi. Doktor biraz ilgilendi, onu sakinleştirmeye çalıştı ve gitti. Çehov bir şişe şampanya ısmarladı, bir bardak içti, yatağına uzandı ve öldü!

        *

        Tolstoy içinse ölüm bu kadar kolay olmadı. Hemen hemen bütün eserlerinde ölüm vardır, ölümle Tolstoy kadar uğraşan çok az yazar vardır dünya edebiyatında.

        Tolstoy, Dostoyevski’nin “Karamazof Kardeşler” romanını ölümüne çok aza bir süre kala okuyup bitirdi. 82 yaşındaydı. Karısı Sonya’yla bitmez tükenmez kavgaları sürüp gidiyordu; kadınla özellikle din konusunda fikirleri taban tabana zıttı. Her şeyden uzaklaşmak istiyordu. Optina Pustin Manastırı’na her sene hacca giden keşişlerin yolu onun arazisinden geçiyordu. Çoğu zaman hacı kafilesine katılır, bir yere kadar onlarla yürür, sonra geri dönerdi. O manastıra gitme fikrine son okuduğu roman mı onu sürükledi yoksa karısıyla olan son kavga mı bilinmez; 28 Ekim 1910 sabahı saat 4’te evinden sessizce çıktı, arabayla yakındaki tren istasyonuna gitti, manastıra gitmek için üçüncü sınıf bir bilet aldı, koltuğunun altında Dostoyevski’nin romanı vardı, allak bulak etmişti kitap onu. Her şeyden vazgeçiyordu; 50 yıldır yaşadığı malikanesinden, köylülerinden, edebi şöhretinden… Manastıra sığınarak ruhunu inandığı öteki dünyaya hazırlayacaktı, bu yüzden bu dünyanın bütün ilişkilerinden kaçıyordu.

        Ama gitmek istediği yere gidemedi. Astapovo’da istasyon şefine ait küçük bir evde ölmeye yattı. Hiçbir ziyaretçi istemedi, karısını bile yanına yaklaştırmadı. Ölüme yakın bir anında, ağzından “Peki köylüler, köylüler nasıl ölür?” sorusu çıktı. En çok köylülerin ölümünü merak ediyordu çünkü onlar eğitimlilerden farklı, hayatın anlamını bildiklerini gösteren bir şekilde ölüyorlardı, bu onların dindarlığından geliyordu; bu yüzden o da bir köylü gibi ölmek istiyordu.

        Yıllar önce günlüğüne, “Ölürken, hayatı hâlâ eskisi gibi, Tanrı’ya doğru ilerleyiş, sevgi artışı olarak görüp görmediğimin sorulmasını isterim. Eğer konuşmaya gücüm olmazsa ve yanıt evet ise gözlerimi kapatacağım; eğer yanıt hayır ise yukarı bakacağım,” diye yazmıştı.

        Ne yazık ki son nefesini verirken ona bu soruyu kimse sormadı. Bu yüzden hayatı boyunca korktuğu o sınırı nasıl geçtiğini hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.

        Öldüğünü duyan binlerce kişi malikanesine koştu, koştu. Hiçbir çarın ölümü Rusya’yı bu kadar muazzam bir kedere boğmamıştı. Cenazesini alıp en sevdiği yere, ağabeyi Nikolay’ın sonsuz barışın gelip kötülüğü dünyadan nasıl kovacağının sırrını yazdığı “sihirli yeşil sopayı” gömdüğü yere gömdüler.

        Vasiyeti yerine gelmişti.

        ***

        (Bu yazıdaki bilgilerin önemli bir kısmını, YKY’dan çıkan Orlando Figes’in “Nataşa’nın Dansı, Rusya’nın Kültürel Tarihi” kitabından aldım.)

        Diğer Yazılar