Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

George Floyd öldürüldüğünde evdeydim, geçen sene zaten herkes evdeydi, hafta sonları insanlar yavaş yavaş parklara gitmeye başlamıştı, hafta içi gece sokaklarda hala ölüm sessizliği hakimdi. Müslüman ülkelerde bayram bu tarihlere denk geliyordu, ABD’de “Memorial Day” tatili de hemen arkasından başlıyordu. Aylardır evden çıkmamanın, sabahtan akşama kadar pandemi istatistiği okumanın, boş zamanı doldurmanın, ekmek yapma çabalarının, dünyanın belirsiz geleceği üzerine kafa patlatmanın, vakti çalışarak, boş anı kitapları okuyarak geçirmenin, arka arkaya dizi izlemenin yorgunuydum.

Bayram bahanesiyle izne çıkmak istiyordum. Bir yere gideceğim, bir şey yapacağım yoktu. Henüz bir yere gidilip bir şey yapılacak noktada değildik hiçbirimiz. Ama en azından yazı yazmayarak kafamı dinlendirmek istiyordum. Yazı yazmamak aynı zamanda dünyadan da kopmak anlamına geliyor benim için: Hiçbir şey okumamak, izlememek, fişi çekmek, haberdar olmamak.

*

George Floyd öldürüldüğünde de şöyle bir baktım, açıkçası çok da üzerinde durmadım. Birkaç günde bir o zaman birlikte program yapan meslektaşlarım Serap Belet ve Selçuk Tepeli’nin yayınına bağlanıp COVID-19 gündemini aktarıyordum. Konuşulacak başka hiçbir konu yoktu zaten. Trump, ölümler, hastaneler, vaka sayıları, sokağa çıkma yasakları… Ama birkaç hafta önce geçtiğim gündemde virüsü alt sıraya almıştım. Pandemi başladığından bu yana ilk kez virüsü geride bırakacak bir haber olmuştu. Georgia eyaletinde koşuya çıkan siyah bir genç, biri eski polis, iki beyaz tarafından öldürülmüştü. Sırf koştuğu için.

ABD’de ne öldürülen ilk siyahtı, ne de sondu. Ama Ahmaud Arbery’nin ölümü sanki yaklaşan bir darbenin habercisiydi. Görüntüler ürkütücüydü. Herhalde protestolar bekler, diye düşünüyordum. Ama pandeminin daha başlarıydı. İnsanlar öfkeli ama virüsten de korkar haldeydi. Yine de binlerce kilometre ötede Türkiye’de bile haber olmalıydı bana göre. O gece aklınıza kim gelirse Arbery’den bahsediyordu ne de olsa. Biz de bahsettik. Bizi daha sonra neyin bekleyeceğini pek bilmeden.

*

George Floyd öldürüldüğünde en yakın arkadaşlarımdan birinin doğum günüydü; aylardır görüşememiştik doğal olarak, bari bu sefer evden çıkalım, bisiklet sürüp piknik yapalım diye buluştuk. Buluşur buluşmaz bana telefondan Floyd’un öldürülme an’ını gösterdi. İtiraf edeyim, gazetecilikte anında refleks gösteremediğim çoktur. İlk başta ne olduğunu, ne kadar büyüyeceğini hesap edemeyebilirim.

“Boş ver şimdi, tadımızı kaçırmayalım,” dedim o video’yu gösterirken. Tamamını izlemem de sonradan vakit aldı. Sonuçta ilk anda düşündüğüm: ‘Bir başka siyah daha öldü, polis sürekli siyahları öldürüyor ve hiçbir şey değişmiyor.’ İlk izin günümde dünyadan kopuk bisikletin üzerinde Brooklyn sahillerinde, sonra bir parkta, bir bankta güneşin batışını ucuz Çin yemeği ve adına ‘hard seltzer’ denen, son yıllarda nedense moda olan, alkollü gazoza benzeteceğim içkilerle geçirdik. Boş boş dolandık, evlere dağılmadan önce Whole Foods’a uğradık.

Whole Foods’da ikimiz de ayrı ayrı alışveriş yaptık, benim önerim üzerine o pahalı bir kutu probiyotik aldı. Ben de birkaç taze sebze ve dönemin ruhuna uygun olarak makarna almış olmalıyım. Kasada onun toplamı benimkinden daha az çıktı; imkansızdı ama ben zaten hesap bilmem. Bir şey demedik, çıkınca fişlere baktık. Siyah kadın kasiyer gözümüzün önünde siyah arkadaşımın satın aldığı 50 dolarlık probiyotik kutusunu okutmamıştı. Bazen kasiyerler çaktırmadan müşterilerine öyle jestler yapıyorlar, birkaç kere benim de başıma geldi. Piyango vurması gibi. Neden okutmadı, atladı mı falan diye konuşurken ben espriyi patlattım: “Black Lives Matter.” O aralar BLM’in esprisini yapabiliyorduk.

*

George Floyd öldürüldüğünde izin falan hayal oldu, hemen çalışmaya başladım. Kaçmak imkansızdı zaten, çünkü cinayetin işlendiği Minneapolis yanıyordu. İlk refleksim yine bir-iki gece gösteri yaparlar, sonra polis ortalığı dağıtır oldu. Geçmişte Michael Brown cinayetinden sonra Ferguson’a gittiğimde aynısı olmuştu. Göz göre göre öldürülen Brown’ın ardından protestocular birkaç gece üst üste protesto eylemleri yapmış, birkaç dükkan yağmalanmış, ateşe verilmiş ama sonra hiçbir şey olmamış gibi hayat devam etmişti. Amerika’da protestoların rutini buydu.

Ancak bu sefer tepki yerel kalmamakta ısrarlı gibiydi. Çıkış noktasında bile öyle kolay bitecek gibi değildi. Dahası, aylardır evlerinde hapismiş gibi kalan insanlar bile artık virüsü, bulaşma korkusunu pek takmıyor, kendilerini sokağa atıyordu.

Hemen Minneapolis’e gitmek istedim. Ama geçen sene hemen Minneapolis’e gitmek mümkün değildi. Normalde benim bulunduğum New York’tan iki-üç saatlik uçuşla ulaşılıyor, her gün de birkaç sefer var. Ama pandemi yüzünden uçaklar boş uçuyordu, uçuşlar da iptal olmuştu. Altı saatte, aktarmayla Minneapolis’e ulaşacağım bir uçuş buldum son dakikada. Ama tedirgindim. Aylar sonra evden çıkıyor, üstelik ne kadar riskli olduğunu bilmeden uçağa biniyor, kiralık araba kullanıyor ve otelde kalıyordum. Detroit havalimanında aktarma beklerken korka korka maskemi indirip su içtiğimi anımsıyorum şimdi.

*

George Floyd öldürüldüğünde korku duvarı da çöktü. Sadece ben değil, herkes evden çıktı ve bir daha girmedi. Daha önce hiç gelmediğim ve aşina olmadığım Minneapolis’te korka korka karanlık sokaklarda nereye gittiğimi bilmeden dolanırken ayaklarımın altında cam parçaları, havada duman kokusu vardı. Arabanın camını açınca içeriye duman doluyordu. Cam kırıklarını ve dumanı takip ettim, kendimi tam o an yanan bir binanın önünde buldum. Türkiye’de gündüz, Minneapolis’te gece yarısıydı. Bir başıma savaş kalıntılarının arasında başı boş dolaşan biri ‘nomad’ gibiydim. Bina yanarken göz kamaştırıcı alevlere bakakaldım. Gotham yerle bir oluyor, ben de seyirci oluyor gibiydim. Tedirginlik, korku ve heyecan karışımı bir his, insanda huşu uyandıran bir an.

Hemen televizyonu aradım, canlı yayına bağlanalım diye. Tam o sırada arkamda yanan bir bina vardı ve bir daha böyle bir fırsatımız olmayabilirdi. Belki biz bağlanana kadar söndürebilirlerdi. Oylum Talu bir pedagogla konuşuyordu sanırım, anında lafını kesti ve bana döndü. Bir pedagogun lafının gelecek nesiller barış içinde yaşasın diye yanan bir bina görüntüsüyle kesilmesindeki ironiyi düşünüyorum hala. Diyecek bir şeyim yoktu zaten, görüntü kendi kendine çok şey anlatıyordu. “Arkamda bir bina cayır cayır yanıyor,” dedim.

Binaların günlerce yanacağını, polisin ve itfaiyenin protesto hızına yetişemeyeceğini nereden bilebilirdim. Dahası ben Minneapolis’te dolaşırken başka şehirlerde de protestolar başladı, hangi birine yetişeceğimi de şaşırmıştım. Her an bir başka şehir hareketleniyor, medyanın odağı da değişiyordu.

*

George Floyd öldürüldüğünde hepimiz Barclays Center’dan nefret ediyorduk. Brooklyn Nets’in maçlarını oynadığı ve bir kere Justin Bieber’ı, bir kere de Kanye West’i canlı izlediğim bu basket salonu inşa edilsin diye orta ve alt sınıf aileler yerlerinden edildi, evleri yıkıldı ve zenginlerin temelini açtığı dev bir arena kondu yerine. Hiç kimsenin hoşuna gitmeyen, halka düşman bir binaydı. Geçen sene Barclays Center bir anda protestoların buluşma merkezi oldu. Yöneticileri insanların kapının önünde toplanmasına ses çıkarmadı, hatta teşvik etti. Kendi kendine Barclays Center bir buluşma noktasına, köprülerin kesileceği yürüyüşlerin başladığı yere dönüştü. Bugün hala önünden geçerken bir başka bakıyorum. Gözümde bebek arabalarıyla protestoya gelen beyaz anne-babalar canlanıyor.

*

George Floyd öldürüldüğünde Washigton, D.C.’yi televizyondan görmüş olmalısınız ama gerçekten orada olmalıydınız. ABD Başkanı’nın evi Beyaz Saray adeta Irak’ın meşhur Yeşil Bölge’sine dönmüştü. Kale gibi yüksek duvarlar, tel örgülerle kaplandı. Kapının önündeki protestolardan dolayı dönemin başkanı bir ara sığınağa indi. Beyaz Saray bir ifade özgürlüğü alanıdır, kapısının önünde herkes her gün kendi derdini haykırır. Aylarca kapısının önüne yaklaşmak mümkün olmadı. O park kapalı kaldı. Amerika’nın, demokrasinin başkentinde, demokrasinin en önemli simgesi, halktan korundu ve başkent bir savaş şehrini andırdı. Lafayette Park’ın bir kısmı daha yeni açıldı. Tel örgülere yerel sanatçılar birbirinden güzel işler asmıştlardı geçen sene. Beyaz Saray’a varan caddenin adı Black Lives Matter Plaza olarak değiştirildi, sokaklara Black Lives Matter yazıları boyandı.

New York’un ilk Black Lives Matter yazılı caddesi benim evimin alt sokağında. Geçen sene drone’la tamamlanışını görüntüledim. Bu sene üzerinden arabalar geçtikçe silinmeye başladı; daha geçen gün bakıp “Bir zamanlar burada olanları hiç kimseye bugün anlatamam herhalde,” dedim kendi kendime. Geçen sene asfalttaki yazı gibi siliniyor adeta. Bu sene Minneapolis’te davanın sonucunu takip ederken yanan mahallelerin yeniden inşa edilmeye başladığını gördüğümde de tarihin üzerine rezidanslar yaptıklarını düşünmüştüm. Öyle, yıkık dökük kalmalı, hatırlatmalıydı oysa.

*

George Floyd öldürüldüğünde beyazlar siyah tanıdıklarına “İyi misin, her şey yolunda mı?” diye telefonlar açıyor, e-mail’ler yolluyordu. Birlikte çalıştıkları insanlardan gelen bu zorlama empati çabalarına karşı tanıdığım herkes kahkahalarla gülüyor, bir süre sonra da sinir olmaya başlıyorlardı. “Üzerime düşen bir şey varsa lütfen bu zor zamanlarda yardım istemekten çekinme,” gibi ifadeler vardı mektuplarda. Amerika’nın beyazları ilk kez ırkçılık sorununu keşfetmiş gibiydi ve bu mail’lerle kendi başlarına düşeni yapıyordu. Bir sene sonra artık böyle mail’ler gelmiyor.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar