Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Nabi Avcı Hoca’nın iflah olmaz bir kalem müptelası olduğunu arkadaşım Mustafa Şahin’den öğrendim. Bir gece yarısı, çoğu zaman yaptığımız gibi telefon aracılığıyla yazışırken Mustafa’yla, bana gönderdiği, bir mağazada çektiği kalem dolusu çekmecenin fotoğrafını az önce Nabi Hoca’ya da yolladığını, Hoca’ya “soyadım bilmemneoğlu olsaydı eğer bu çekmeceyi içindekilerle size gönderirdim” dediğini yazdı. Çok güzel bir fotoğraftı, kalemler muntazam dizilmişti çekmeceye, güzel bir ışık düşmüştü üzerlerine, ışıl ışıl parlıyorlardı.

Kalem dolusu o güzelim çekmecenin fotoğrafına baktım, “Ne güzel hikâye çıkar bundan” diye yazdım güzel hikayelerin yazarı arkadaşıma.

Çekmecedeki her kalemin bir hikayesi var. Her kalemle ayrı bir hikâye yazılmış. Bir süre sonra her kalemin de kendiliğinden bir hikayesi oluşmuş. Kalemlerin sahibi yazar bütün o hikayeleri biliyor. Kalemlerin eline geçmeden önceki hikayelerini de mesela. Mesela bir kalemle sadece “yüksek makamlara” dilekçeler yazılmış. Birisi sadece bir kez kullanılmış; onunla da bir intihar mektubunu yazmış Nilgün Marmara’ya benzer bir şair. Bir kalemle sadece “konuşma metinleri” yazılmış (sahi ona ne yapmalı Mustafa!), birisini sadece reçete yazarken kullanmış bir doktor, hikâye böyle uzayıp giderken sonu nereye varıyor bilmiyorum.

*

Ertesi gün; konuk olduğu, Zeytinburnu KSM tarafından düzenlenen “Peyam-i Garb”te söyleşilerinden kalem üzerine olanının kaydını gönderdi Nabi Avcı Hoca. Bir saati aşkın bir süre boyunca Hoca, kalemlerini, kalemle hususi muhabbetini, onlarla olan macerasını, kalemleri toplamanın zevkini anlatmış orada bulunanlara.

Hoca’nın kalemle olan münasebeti, babasının işiyle başlamış. Babası, DDY’den tekaüt olunca bir bakkal dükkânı açmış. Tezgahının üzerinde, veresiye defterinin yanında her daim, iki üç adet, değişik renklerde silgili kurşunkalemle bir de cetvel bulundururmuş babası. Ceketinin mendil cebinde de arada bir çıkardığı bir dolmakalemi varmış. O kalem her zaman oradan çıkmazmış, hele onun çocuğun eline geçmesi; bu pek mümkün değil, ancak arada bir, hocanın verdiği bir ödev, dolmakalemle yapılacaksa eğer, babası kalemini cebinden çıkarır, “dikkatli kullan” dedikten sonra verirmiş oğluna.

Kalemine gözü gibi bakan, onun başkasının eline geçtiği anda, tıpkı tespih gibi o elde “unutulacağını” bilen birçok “kalemsever” -ki bunların sayısı oldukça azalmıştır şimdilerde- başkasına verdiği kalemi hep gözüyle takip eder. Daha dikkatli olanlar ise daha etkili önlemlere başvururlar.

Bir süre önce Beyan Yayınları’nın yazıhanesinde, kıymetli Ali Kemal’in her daim herkese açık sofrasında, sofradaki taam kadar leziz bir muhabbetin ortasında, yeni çıkan “Yolun Bittiği Yerde” kitabımı imzalamam için biri uzattı kitabı. Yanımda kalemim yoktu, kalem diye etrafa bakarken, başköşede oturmuş, nurani yüzünden hiç eksilmeyen o çocuksu, munis gülüşüyle İhsan Süreyya Sırma Hoca ceketinin iç cebindeki kalemine elini uzattı, yavaş bir hareketle kapağını çıkardı, gövdesini verdi bana. O müstehzi gülümsemesi yüzüne biraz daha yayıldı kapağını elinde tutup kalemin gövdesini uzatırken. Hoca önlemini almıştı zaten, işim bitince kalemini geri verdim. Kapağı olmayan bir dolmakalemi kim ne yapsın! Alırken, “Bunun faydasını çok gördüm Muhsin, kalemimi kime versem bana geri geliyor” dedi kapağını takıp onu iç cebindeki yerine yerleştirirken.

*

Nabi Hoca, babasının bakkal dükkanını ve ilk kalemle olan münasebetini anlatırken, bir anda benim gözümde de yaşadığım bir kalem macerası canlandı. Annemle ağabeyim, 1971 yılında beni yatılı mektebe bırakıp köye dönmeden önce, aynı mektepte terzilik yapan üvey ağabeyime, bütün sene harcamam için on beş lira bırakmışlardı. Eğer cumartesi öğlene kadar kişisel bakımımızı iyi yapmış, ödevlerimizi bitirmişsek ve o gün eğer müdür karısından azar işitmemiş de morali düzgünse, o hapishane benzeri okuldan birkaç saatliğine çarşı iznine gönderirdi bizleri. Her çarşıya çıkışta Ali abim, harçlığımdan bir lira falan verirdi bana. Bu parayla da dört gofret, birkaç adet lokumdan başka bir şey almak mümkün değildi. Sinemaya yetmiyordu mesela, zaten haftada bir mektep bizi götürüyordu sinemaya. Ben de cebimde bir lirayla o birkaç saat içinde çarşıyı dolaşır, dükkanların önünde durur, uzun uzun vitrinlere bakardım. Vitrinlerdeki her şey yabancıydı, hepsini hayatımda ilk defa görüyordum. Gözümde o kadar renkli bir dünya canlanırdı ki o vitrinlerin önünde, çoğu zaman onların içine düşer, yaşamadığım bir masal alemine dalar, kendimi unutur, o alemin bir parçası haline gelirdim. Vitrinlere bakmak bende öylesine bir tutku haline gelmişti ki, mesela çok uzun bir süre şehir eczanesinin vitrinin önünde durur, ilaç kutularına bakar, üzerinde yazılı, hiç anlamadığım dillerde yazılmış o tuhaf isimlerini okumaya çalışırdım. Günün birinde Nabi Hoca’nın babasının bakkal dükkanına benzer bir dükkânın önünde durdum. Dükkânın sahibini tanıyordum, akrabamız sayılırdı, o dükkânda babamın veresiye hesabı vardı, şehre geldiğinde burada alışveriş yapar, sonbaharda birkaç koyun sattıktan sonra gelip borcunu öderdi Gani Amca’ya. Gani Amca dükkanının vitrinini güzelce süslemişti. Camın iç tarafına bir ip germiş, ipe de bir sürü, rengarenk kalem asmıştı. Tükenmez kalemler, dolmakalemler… Vitrinde çok şık duruyorlardı. İçlerinden bir kalem kestirdim gözüme, bütün cesaretimi topladım, girdim içeri, kalemin fiyatını sordum, “5 lira” dedi. Cebimde sadece bir lira vardı. “Babam biliyor, ne ihtiyacın varsa Gani Amca’dan al demiş bana, kalemi borç alabilir miyim, babam gelince parasını öder” dedim. Gani Amca’nın canına minnet, kalemi verdi, tıpkı Nabi Hoca’nın babasını yaptığı gibi veresiye defterini açtı, kulağının arkasında duran küt kurşunkalemiyle babamın borcuna beş lira daha ekledi. Ben yalan söylemiştim, babamın bundan haberi yoktu, beş lira da önemli bir miktardı. Ama o gün, bir dalavereyle sahip olduğum o tükenmez kalemle yazmaya başladım defterime ilk öğrendiğim Türkçe kelimeleri. Böyle bir defterim vardı, mektebe geldiğimde hiç Türkçe bilmiyordum, her gün öğrendiğim her yeni Türkçe kelimeyi o kalemle yazmaya başladım defterime. İsmet Özel’in “Sana durlanmış kelimeler getireceğim/pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler/kelimeler, bazısı tüyden bazısı demir/seni çünkü dik tutacak bilirim/ kabzenin, çekicin ve divitin/tutulduğu yerden parlayan şiir” diye başlayan bir şiir yazdığını bilmiyordum henüz.

*

Yazılarını eski model bir dolmakalemle yazan, çok nadiren tavuk tüyü ve hokkaya da başvuran, “yazarken mürekkebin yumuşaklığını kâğıdın üzerinde hissetmek hoşuma gidiyor,” diyen Umberto Eco, değişmeyen teknik yeniliklerden bahseder bir sohbetinde. Ona göre kitap, bisiklet ve hatta gözlük gibi nesnelerde (bunlara alfabe yazısını da ekler) bir kez mükemmelliğe ulaştıktan sonra tasarımlarında öteye gitmek imkansızdır. Bence buna (ki Nabi Hoca da aynı fikirdedir), kurşunkalemi de eklemek gerek. Siz bakmayın şimdi birtakım plastik gibi maddelerden yapılmış kalemlere kurşun uç takılıyor olmasına; bizim bildiğimiz, hepimizi yazmaya alıştırmış olan o ahşap kurşunkalemlerin tasarımı, belki de insanoğlunun tasarımda ulaştığı en basit ama en mükemmel, en yüksek zirvelerden biridir. Ergonomiktir, parmaklar kolayca kavrar, parmaklarının arasında bir nesnenin varlığını pek hissettirmez ve ak kâğıt üzerine geçen fikirler, bilincinden ne kadar hızlı dökülürlerse dökülsün, tökezlemeden başkalarına ulaşmasına yorulmadan aracılık yapar.

*

Allah’ın ilk yarattığı nesnedir kalem. Kalemin üzerinde dolaşacağı, hepimizin her şeyini yazacağı bir levhaya ihtiyacı oldu ve Allah “levh-i mahfuz”u yarattı kalem onun üzerine her şeyi yazsın diye.

Allah “yaz” diye emretti kaleme. Kalem, “ne yazayım ya Rabbim?” dedi. Allah, “Sen başla, ben sana ne yazacağını söyleyeceğim” dedi. Bunun üzerine kalem, kalubeladan kıyamete kadar, yaratılacak cümle varlıkların serencamını yazmaya başlamış o levhaya.

*

Peki ya Allah’ın kulları? Onlar nasıl ulaşmış kaleme?

Sümerler “stylus” denilen bir kamışla başladı yazmaya önce. Köşelerini ıslak kile bastırıp öyle giriştiler bu işe. Kil tabletlerde, çivi yazısıyla beliren “Gılgamış Destanı” böyle ortaya çıktı mesela. Sonra papirüslere geçtiler. Sonra Mısırlılar bambudan kalem icat ettiler. Tüy kalem çok sonra… On beşinci asırda grafitten ilk kalem icat edildi. Bugünkü kurşunkalemin atasıdır iki tahta arasına konulan grafit. Tükenmezkalemin hayatımıza girmesi ise, çok eski sayılmaz; 1888’de Amerikalı John Loud, hayvan derilerini işaretlemek için icat etti tükenmezkalemi, o günden bugüne hepimizin elinde, evinde, yazıhanesinde.

*

Daktilo, daha sonra da bilgisayarlar hayatımıza girmeden önce her yazarın elinde bir kalem vardı. Mesela Sait Faik, böyle kullanıla kullanıla küçülmüş, şimdilerde her büyük şehirde bulunan İsveç mobilya mağazasında alıveriş sırasında kullanımımıza sunulana benzer kısa, küt kurşunkalemini cebinden eksik etmez, hikayelerini de oturduğu yerde bu kalemle yazarmış. Orhan Veli de öyle… Ama mesela Asâf Hâlet Çelebi’nin kalemlerden dolayı başına gelenler tam “Aziz Nesinlik” bir hikâye… Zaten hikâyeyi de Aziz Nesin’in nakleder hatıratında. Asâf Hâlet Çelebi de Nabi Hoca gibi kalem müptelası ama daha çok dolmakalemin... Tıpkı Nabi Hoca gibi onları kurcalar, mekanizmasına bakar, yazmayanları tamir eder, yapamasa tamirciye götürür, bu yüzden cebinde her daim yirmi, otuz dolmakalemle dolaşırmış. (Nabi Hoca anlatır yukarıda bahsettiğim söyleşisinde. Arada bir kalemlerini çıkarır bakımlarını yapar, bazen de oğlu yardım edermiş. Bir gün yine bakım yaparken, oğlu bir kalemi alır, “ne güzel” der, Hoca, “onu boş ver, o orijinal değil, çakma” deyince oğlu, “öyle deme baba, o da istemez miydi diğerleri gibi asil olmayı” demiş) Biz dönelim Aziz Nesin’in anlattığı Çelebi’in başına gelenlere. 6-7 Eylül günlerinde faşistlerin kışkırttığı çapulcu bir güruh ekalliyetlerin dükkanlarına saldırarak İstiklal Caddesi’nin altını üstüne getirir. Bazıları üç dört kaput üst üste giyer, eve götürür. Kendi yırtık pırtık pabuçlarını mağazada bırakıp rugan iskarpin giyenler mi, kürk çalanlar mı ararsın, her çeşit yağma adeta serbest. İşte bu facianın ertesi günü Çelebi cebinde yirmi otuz dolmakalemle yürüyor ama içi da rahat değil, yeni bir kalem daha alacak. Öyle de yapar, girer bir kırtasiyeciye, bir kalem beğenir, alır ama denemeden alır, cebinden küçük defterini çıkarır eski yazıyla “ince narince” diye yazarak onu dener ve yoluna devam eder. Bu sırada polis önün keser, yağmacıları arıyorlar, üstünü başını ararlarken şairin cebinden bir sürü dolmakalem çıkar. Defterinde de “ince narince” yazısı… Polis hırsızı yakalamıştır, bu herif bu kalemleri kesinlikle yağmadan ele geçirmiş, buna eminler ama defterinde yazılan şeye bir mana veremezler. Bu olsa olsa bir şifredir, şüpheye yer yok! Kim bilir belki de casustur. Çelebi derdini anlatmaya çalışır, kalem müptelası olduğunu, cebine kalem doldurmadan sokağa çıkmadığını, bahsettikleri yazının da yeni aldığı bir kalemi denemek için aklına gelen ilk şey olduğunu zar zor anlatarak polisin elinden güç bela kurtulur.

Ahmet Hamdi Tanpınar da dolmakaleme takıntılı yazarlardan… Kurşunkalemle yazamıyor, tükenmezkalemden de nefret ediyor. Bir mektubunda söyler, dolmakalemini kaybettiği için (demek tek dolmakalemi varmış) “Beş Şehir”i tamamlayamadığından yakınır.

Ama bazı yazarlar da dolmakalem yerine kurşunkaleme bayılır.

Yaşar Kemal, romanlarını kurşunkalem, mektuplarını ve hikayelerini daktilo ile yazardı mesela. Bilgisayarın onun edebiyatında yeri yoktu. Tanıdıklarım içinde Orhan Pamuk da dolmakalemle yazıyor. Bazen bütün gün çalışıyor, bir paragraf yazıyor, bazen de hiçbir şey yazmadan bitiriyor günü. Çalışma defterlerini gördüm, Kürtçe deyimle tam bir “şere seg”,yani “it dalaşı”… Çizimler, işaretler, tuhaf tuhaf nesneler, karmakarışık sayılar ve o karalanmış şeylerin arasında beliren ama her kelimenin üzeri defalarca çizilmiş birkaç cümle yazı… Günün birinde bir çalışma defterine bakıp “Bütün bunları bilgisayarla yapmak daha kolay, beğenmediğini atarsın, beğendiklerin kalır sana, bu ne böyle,” demiştim de “Ben bütün gün elimde kalem, bu defterlere bakıyorum. Bu süre zarfında bilgisayar ekranın baksam, bana göz mü kalır Muhsin,” cevabını vermişti.

Enis Batur’la yapılan bir söyleşide okudum yakın zamanda. Enis Bey de dolmakalemle yazıyormuş yazdıklarını. Arkadaşı Mahir Öztaş, ona uğradığında hâlâ bilgisayarda değil de dolmakalemle yazdığını görünce epey bir şaşırmış, tıpkı benim Orhan Pamuk’a dediğim gibi “Bilgisayarla yazarsan daha verimli olursun demiş” Öztaş şaire. Bunun üzerine Enis Bey, “Bunu sen mi söylüyorsun ve bana mı söylüyorsun” cevabını vermiş. Meğer Enis Bey daktiloyu başka “iş”lerde kullanmış, yazmaya başladığından beri hep dolmakalemle yazmış. Ama yazıkları dizildikten sonra bilgisayarda bir dolu düzeltme yapıyor. Doğrudan klavyede yazma seçeneği konusunda önyargısı varmış şairin, “Elyazısındaki ‘hakimiyete’ ulaşılamayacağına inanmış bir kere!”

*

Türkçede de sanırım başka dillerde de var, “kalem kılıçtan keskindir” diye bir söz dolaşır her daim ortalıkta. Atalarımız bunu demiş demesine de bizde de başka yerlerde de meselelerin çözümünde “kılıçtan keskin kalem” yerine, “kalemden kör kılıç” hep tercih edilmiş.

*

“Anılara sonuna dek sadığımdır; ama insanlara hiçbir zaman öyle olmayacağım” sözünün müellifi, sağ eliyle şiir yazarken sol elinde bir şarap kadehi tutan, böylece yazdığı şiiri şarapla sarhoş eden, Stefan Zweig’ın “şiiri şiirde aramış” dediği meşhur Alman şairi Rainer Maria Rilke, sadece şiir yazmamış, vaktiyle Türkçeye Kamuran Şipal tarafından çevrilmiş “Kalem ve Kılıç” adında bir de hikâye kitabı var. Bu kitabın ilk hikayesidir “Kalem ve Kılıç”, 1893 yılında yazmış şair, özetleyerek alıyorum buraya:

*

Bir odanın bir köşesinde bir kılıç var, her şeye parıltısını yayan ışıltılı bir kılıç. Mağrur mağrur bakar etrafına, odadaki her şey ışığını sanki ondan alıyor. Masanın üzerinde de mürekkep hokkasına yaslanmış, kılıcın görkeminden bihabermiş gibi miskin miskin duran bir de kalem var. Kılıç içerlenir kaleme, ona bir nutuk çekmeye başlar.

“Behey miskin şey, sen kim oluyorsun da benim görkemim karşısında hayrete düşmüyor, hizaya gelmiyorsun, baksana güneş bile kendine gözde olarak beni seçmiş, hepinize ışığını benim üzerimden yansıtıyor,” der.

Kalem vakur bir gülümsemeyle cevap verir ona:

“Ödünç alınmış bir parıltıyla böbürlenme, kibirli şey! Hem biz akrabayız seninle. İkimizi de toprak doğurdu, ikimiz de aynı dağın koynunda yan yana yattık binlerce sene. Sonra insanlar madenimizi keşfetti. İkizi de cevherden soyup aldılar. Demirci ocaklarında döküldük, yararlı nesneler haline getirildik. Sana sivri uçlu bir kılıç şeklini verdiler, bense ince ve zarif uçlu bir kaleme dönüştüm. Bir işe soyunacağımız zaman önce pırıl pırıl uçlarımızı ıslatmamız gerekiyor. Seni kanla, beni mürekkeple suluyorlar.”

Kılıç güler kalemin söylediklerine:

“Sen fare ben aslanım, kendini benimle nasıl kıyaslıyorsun bre densiz. Biz birbirimizden farklıyız. Nasıl mı, bak sana anlatayım. Benim gibi mağrur bir kılıcı, gözünü budaktan esirgemeyen soylu bir şövalye kuşanır; sana gelince, seni moruk bir yazar eşek kulağı gibi uzun kulağının arkasına yerleştirir. Efendim beni güçlü elleriyle kavrar, düşman saflarına götürür, ben ona yol gösteririm. Seni ise zavallı bir yazar, sararmış kağıtlar üzerinde, elleri titreyerek gezdirip durur. Ben düşmanların arasında ifrit kesilir, pervasızca oradan oraya atılır, gözü kapalı her şeye saldırırım. Ama sen, sonu gelmeyen bir tekdüzelikle kâğıt üzerinde cızırdayarak ilerler, seni hareket ettiren elin dikkatle gösterdiği çizgilerden bir gıdım bile dışarı çıkmayı göze alamazsın. Ve ben yaşlanıp işim bitince kahramanlık müzelerinde sergilenir herkesin hayranlığını kazanırım. Peki senin geleceğin nasıl, anlat bana hele. Sen tükenince tam tükenirsin, tükenmeyen cinslerin de ya eskicilere satılır ya da çöplükleri boylarsın.”

Kalem ona şu cevap verir:

“Söylediklerinden haklı olabilirsin. Genellikle küçümsenip horlandığım doğrudur. İşe yaramadığım an bana sırt çevirirler ama yine de çalışabildiğim sürece elimdeki kuvvet az buz kuvvet değildir. Böyle mi değil mi, gel bahse girelim.”

“Nasıl bir bahis bu” diye sorar kılıç.

Kalem:

“Bahse girerim ki seni kalkıp savaşa gitmekten alıkoyabilirim. Var mısın?” der.

Bahse girerler. O sırada tepeden tırnağa zırhlı bir zabit girer içeri, oradaki kılıcı alır kuşanır, kılıcın parlayan çeliğine hayran hayran bakar, dışarıdan trampet sesleri geliyor, anlaşılan savaş kopmuş, kılıcını kuşanan savaşa gidecek. Kılıç kuşanmış subay tam kapıdan çıkarken, üniformasında bir sürü nişan asılı bir general girer içeri, genç subay gelen komutanın karşısında eğilir, general masaya doğru gider, kalemi alır, oradaki kâğıda kalemle bir şeyler yazar, “Barış anlaşması imzalanmış bulunuyor,” der subaya gülümseyerek. Bunun üzerine genç subay, kuşandığı kılıcı alır, aldığı köşeye geri bırakır, komutanla birlikte dışarı çıkarlar.

Kalem hâlâ masanın üzerinde, eski yerindedir. Güneş ışıkları üzerinde oynuyor, ucundaki ıslak maden ışıl ışıl parlamaktadır.

“Hani savaşa gidiyordun sevgili kılıçcığım” der kılıca gülümseyerek kalem.

Kılıç karanlık köşesinde sessiz sedasız durmakta… Deminki böbürlenmesi, son böbürlenmesi olur.

*

İçiniz mi daraldı, alıp başınızı kendinize mi gitmek istiyorsunuz, derdiniz zamanın gürültüsünü hayatın fısıltısına mı dönüştürmek; o halde bir kalem alın kendinize ve başlayın yazmaya. Aklınızda bulunsun:

Köpek yürür, hikâye başlar!

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar