Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Aktivsitliği öteden beri vazife edinmiş bizdeki kalem erbabı, arada bir “biz aşağıda imzası olanlar” diye bildiriler yayınlar. Dünyanın en kolay, riski en az, en zahmetsiz, en çaba gerektirmeyen işi olduğu için; vaktiyle benim de yaptığım gibi bir metnin altına atıyorsun imzanı, “insanlığını” yapmış olmanın verdiği gurur ve gönül rahatlığıyla dolaşmaya çıkıyorsun piyasayı. Şimdi kim kalkacak; mesele neyse onunla ilgili temaslarda bulunmak üzere İstanbul’dan Ankara’ya Meclis’e gidecek, milletvekilleriyle ilişki kuracak, görüş ve önerilerini sunacak, belki de önerilerinin yasa taslağı haline getirilmiş halini komisyonlara iletecek, onlarla çatır çatır pazarlık yapacak! Bunun yerine çok daha kolay bir yol var; mesela hayvanların uyutularak katledilmesiyle ilgili bir şey mi gündeme geldi, “bu katliama ortak olamayız” gibi afili bir cümleyle başlayan bir bildirinin altına çakarsın imzanı hem iktidara karşı muhalifliğini yapmış olursun hem de ne kadar duyarlı ne kadar hayvan dostu bir insan olduğunu ele güne göstermiş olursun. Genellikle bu bildirilerin altında imzaları bulunan yazar listesi bir hayli kabarık olur. Mesela en son bir gazetenin internet sitesinde yayınlanan, “Türk edebiyatı-Türkçe edebiyat” tartışmasında tavrını “Türk edebiyatından” yana koyan tam yüz elli kişilik bir yazar-şair listesiyle karşılaştım. Eminin meseleye “Türkçe edebiyat” diye bakanların listesi ise o yüz elli kişilik listenin iki katı falandır.

Ben kimsenin bildiri yayınlamasına karşı değilim. Benim asıl sorum şu:

Sahiden de memlekette bu kadar yazar var mı?

*

Rahmetli Çetin Altan, vaktiyle İstanbul’a gelen meşhur Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov’a, “Sizin Kırgızistan’da kaç yazar var?” diye sorduğunu anlatır yıllar önce yazdığı bir yazıda. Aytmatov, “Elli tane vardır,” cevabını vermiş. Çetin Altan, “Haydi haydi” demiş, “tüm Sovyetler’den bile çıkaramazsın sen elli tane yazarı” deyince, Aytmatov “o aydınlık gülücüğüyle gülerek”, “Yirmi tane vardır ama,” demiş, Altan bu sayıyı da beğenmeyince, “On tane vardır” demiş, Çetin Altan, “in in” deyince Cengiz Aytmatov, “Ama beş tane vardır, daha aşağı inmem ha” demiş, iki dost en sonunda bu sayıda anlaşmışlar.

Çetin Altan’a ve hayatını yazıyla geçirmiş, iyi edebiyatı bilen, hangi eserin ve yazarının asırlara dayanabileceğini hisseden herkesin ortak fikridir; zamana direnebilen güçte gerçek yazar sayısı, “tüm dünyada bile üç düzineyi ya bulur ya bulmaz.” Çetin Altan’a göre, “İnsanlığın beyin bahçesinde en zor yetişen ürünlerden biridir yazarlık,” çünkü.

Eğer bir toplum, bir asır boyunca, başka dillere çevrildiği zaman o dillerde bir mana ifade eden ve o ülkelerde çabucak okur bulan metinler yazmış, yazdıkları eserler bütün zamanlarda aynı tatla, aynı heyecan ve aynı coşkuyla okunan, Çetin Altan’ın deyimiyle “yedi sekiz yazar yetiştirebilmişse, o toplum; derinlikleri olan, geleceğe açık bir toplum” demektir.

*

Aslında bütün dünyada, gelmiş geçmiş bütün kuşaklar, yüzyıllar geçse de aradan, aynı yazarların aynı kitaplarını okuyup duruyorlar. Bunların sayısı da oldukça azdır.

Mesela beni bir odaya kapatsalar, “buradan hiç çıkmayacaksın” deseler ve istediğim kitapları yanıma almama izin verseler, bizden ve dünya edebiyatından seçeceğim kitapların listesi o kadar kabarık bir liste olmazdı. Peki hangi yazarın hangi kitaplarını yanıma alırdım o halde? (Listeyi edebiyatla sınırlandırıyorum.)

Orhan Pamuk’un, “Kara Kitap”ını, Tolstoy’un, “Anna Karenina”sını, Şule Gürbüz'ün "Kıyamet Emeklisi"ni, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sını, Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı, Cervantes’in “Don Quijote”sini, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ını, Marcel Pruost’un “Kayıp Zamanın İzinde”sini, Gustave Flaubert’in “Üç Öykü”sünü, Balzac’ın “Bilinmeyen Şaheser”ini, Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ını, Montaigne’in “Denemeler”ini, Dante’nin “İlahi Komedya”sını, Ferîdüddîn-i Attâr’ın “Mantıku't-Tayr”ını, Ehmedê Xanî’nin “Mem û Zîn”ini, Mevlana’nın “Mesnevi”sini, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever ile Sezai Karakoç’un “Bütün Şiirleri”ni… Sanırım bir ömür boyunca bu kadar kitap yeterdi bana.

Peki, ben bu yaşıma gelinceye kadar, zihnimi besleyen bütün entelektüel gıdamı sadece bu yirmi kitaptan mı aldım? Değil kuşkusuz. Altmış küsur yaşıma kadar yüzlerce, belki de binlerce kitap okumuşum ama mesela o binlerce kitap yerine yukarıda listesini verdiğim kitapları dönüp dönüp okusaydım, yine bugünkü Muhsin’den farklı bir Muhsin olmazdım sanırım.

*

Her gece televizyon stüdyosunda gördüğümüz, olur da stüdyoya gelememişse bilgisayarla yayına bağlanmış tanıdık allamelerin evdeki görüntüleri, genellikle çok zengin bir kitaplığın önünden bize yansır. Yorumcunun arkasındaki raflar kitap doludur; bize, “bakın benim ne çok kitabım var, onları okuyup öyle çıkıyorum buraya” der gibidir alim. Ama bilmezler ki mesele evde çok kitap bulundurmak değil, o kitaplardan rafine bir bilgi devşirmektir.

Mesela “Tolstoyculuk” tarikatının şeyhi, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük romancısı olarak kabul edilen Tolstoy’un kütüphanesi oldukça fakirmiş. Topu topu birkaç cilt kitap varmış kütüphanesinin raflarında. Karısıyla her kavga edip çalışma odasına kaçtığında, Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanını açar, rastgele okumaya başlar, kafasını dağıtırmış. Bu kitabı seçmesinin nedeni de “Karamazov ailesinin mi, yoksa Tolstoy ailesinin mi daha korkunç bir aile olduğuna” bir türlü karar vermemiş olmasıymış.

*

Bir fikre göre, kütüphanemizdeki kitap sayısı arttıkça onları okuma şevkimiz azalır. Mesela antik Yunan’da binlerce cilt kitap yazılmış ama o binlerce cilt kitaptan günümüze sayısını bildiğimiz üç beş feylesofun, şairin kitapları kalmış o kadar. Farz edelim ki, o binlerce kitabın tümü günümüze kalsaydı, Arsitoteles’in, Sokrates’in, Platon’un, Heraklitos’un, Homeros’un kitaplarından öğrendiklerimizden çok daha fazlasını mı öğrenmiş olurduk, yoksa o kuru kitap kalabalığı içinde sözünü ettiğim feylesoflar da mı gümbürtüye giderdi dersiniz?

Yine Müslümanların Endülüs’te yarattığı uygarlığın birikimi olan kitapların tümü; vahşi, barbar Hıristiyanlar tarafından birkaç tıp kitabı hariç yakılmamış olsaydı, günümüze kalan İbn Rüşt, İbn Tufeyl, Musa bin Meynun, Muhyiddin İbnü'l-Arabi'nin kitaplarından öğrendiklerimizden çok daha fazlasını mı öğrenmiş olacaktık o kitaplardan?

*

Efsaneye göre insanda bilinmeze, o bilinmezi öğrenip o bilgiyi faş etmeye dayalı merak denilen hissiyat, bundan binlerce yıl önce onu Babil Kulesi’nin inşasına götürdü. Yukarılarda, çok yukarılarda cennet denilen bir yerde her şeye hükmeden bir büyük yaratıcı var, o büyük yaratıcı orada ne yapıyor ne yiyip ne içiyor, bütün bu aleme nasıl böyle bir nizam veriyor sorularına cevap verecek, ona ulaşacak yüksek çok yüksek bir kulenin yapımına başlarlar. Tekvin Kitabı’nın on birinci bölümünde bu kuleden bahsedilir. Tufan’dan tek tük insan kurtulmuştur ve onlar da tek dil konuşuyorlar o sırada. Sular çekilir, Nuh'un gemisine doluşmuş olanlar bir anda kendilerini Ağrı Dağı’nın tepesinde bir yerde bulurlar. Soğuk, kuru bir dağ başıdır bulundukları yer. Hemen yola çıkarlar, bir süre sonra Mezopotamya’nın kuzeyinde, Şinar denilen diyara varırlar, burada Babil diye bir şehir kurarlar. Şehir hayatı genişledikçe bilgiye olan merakları da artar. Bu yüzden onları tanrıya ulaştıracak ve kolay yoldan cennete vardıracak Babil Kulesi’nin yapımına başlarlar. Kitab-ı Mukaddes’te yer alan bu hikâyeyi şerh eden bir Yahudi tefsirine göre, bu fikir, “Tanrının krallığını ele geçirme ihtirasına” sahip Nuh’un torunlarından Nemrut’un başının altından çıkar. Nemrut’un tebaası, kuleyi bitirip tanrının krallığına ulaştıktan sonra yapacaklarıyla ilgili birbirleriyle anlaşamaz, birbirlerine girerler. Bir grup “Cennet’e karşı savaş açarız” der, ikinci grup, “hayır oraya putlarımızı yerleştirir, güzel güzel taparız,” derken, üçüncü grup ise, “Cennet’in sahiplerine ok ve yayla saldırıp onları oradan kovarız” der ve münakaşa büyür. Yukarıda olup bitenleri seyreden Tanrı, alayını cezalandırmak için yeryüzüne, kule inşaatının yükseldiği yere meleklerini gönderir, melekleri de “dillerini karıştırın ki birbirlerini anlamasınlar” diye tembihler. Bize bu hikâyeyi anlatan tanıdığımız Homeros’a, Yaşar Kemal’e benzeyen meçhul bir eski zaman anlatıcısı, hikâyenin gerisini şöyle bağlar:

“Melekler Tanrının emrini yerine getirdiler. Dillerini karıştırdılar. O zamandan beri biri diğerinin ne dediğini anlamaz oldu, usta harç istediğinde kalfa ona tuğla verdi, öfkelenen usta tuğlayı kalfanın kafasına indirip onu öldürdü. Pek çoğu böyle böyle helak oldu, kalanlar da isyankâr davranışları sebebiyle hak ettikleri cezaya çarptırıldılar. Silahlarıyla cennete saldırmayı düşünenler, aynı balta ve kılıçlarla birbirine saldırırlar. Putlarını cennete yerleştirmeyi düşünenler maymuna ve hayaletlere dönüştürüldüler. Ve Tanrıya isyan etmek isteyenler dünyanın yedi iklim dört bucağına dağıldılar. Bir zamanlar kardeş olduklarını, aynı anne ve babadan dünyaya geldiklerini unutup birbirlerine düşman kesildiler. Bugün eğer dünyanın her yerinde çatışma, kıyım, cinayet varsa bunun tek sebebi budur işte.” (Alberto Manguel, “Kelimeler Şehri”, YKY, s. 55-56)

*

Dillerin çoğalması, nasıl kargaşaya, savaşlara, çatışmalara, etnik temizliğe, soykırımlara sebep olduysa, kitapların çoğalması da cehaletin artmasına sebep oldu bana göre. Artık hiçbir filozof yetişmiyor, “Anna Karenina”ya benzer hiçbir roman yazılmıyor, “İlahi Komedya”ya benzer bir manzum yazacak şair yok dünyada. Oysa her gün yüzlerce, binlerce kitap çıkıyor piyasaya, yetmiyor “Mösyö Google” diye her şeyi bilen bir alleme var cebimizde. Her kafadan bir ses çıkıyor. Bunun sonucunda da fikir ve hissiyat birliği bozuluyor. Bilgi ayağa düşüyor. Ulaşılması kolaylaştıkça değeri azalıyor bilginin. Artık hiç kimse bir diğerinin söylediği bir şeye şaşırmıyor. Herkes her şeyi bir diğerinden daha çok biliyor. Mesela, “geçen gün bir uçan daire bizim komşunun damına indi” deyin birisine, “olur mu öyle şey?” veya “hadi be” diyerek şaşırmak yerine, “Biliyorum, o uçan daireyi bizim amcaoğlu kullanıyordu” der sana.

*

Bugünkü cehaletin asıl müsebbibi olan ulaşılması kolay bilgi, hepimizi “Buridan’ın Eşeği” yaptı çıktı. İsmini Fransız ahlakçı filozof Jean Buridan’dan alan hikâyeye göre hem aç hem susuz bir eşek, kendisinden eşit uzaklıkta bir yere konulmuş olan su ve saman balyası arasında bir türlü karar veremeyip hem açlıktan hem susuzluktan ölür. (“Rum garson bir müddet Buridan'ın merkebi oldu ve şinitselin nefasetiyle bonfilenin asaleti arasında sallandı.” Ahmet Hamdi Tanpınar, “Huzur”, Dergâh Yayınları, s.97)

Evinde çok kitap biriktirenlerin hali de bu merkebin halinden hallice değildir bence. Hangi kitabı okuyacağını bilmediği için hiçbir kitabı okuyamaz; kitap yığını arasında cahil kalıp kendi kendini yer bitirir o zatı muhterem. (Aman ha yanlış anlaşılmasın, siz yine de evinizden kitap eksik etmeyin!)

*

Bana sorarsanız Babil Kulesi, binlerce sene evvel, Kitab-ı Mukaddes’in bahsettiği yukarıya aldığım şekilde, ilahi bir gazap soncu yıkılmadı. Babil Kulesi, inşasının başladığı günden günümüze kadar yapımı devam ediyordu. Ne zamanki bilgiye erişim bu kadar kolaylaştı, hepimizin evleri kitaplarla doldu, o muhteşem eser hepimizin gözü önünde çatır çatır yıkılmaya başladı. Ve yıkım hâlâ sürüyor; her gün bir tuğla daha düşüyor o güzelim yapıdan, her gün bir sütunu, bir kirişi daha kırılıyor, yıkılışının çıkardığı gürültü her gün hepimizin kulaklarını daha da sağır ederek devam ediyor. Bu yıkım daha ne kadar sürecek bilmiyorum ama bildiğim bir şey var; bilgiye ulaşmak kolaylaştıkça, hepimizin cehaleti bir o kadar artıyor.

*

Bu yazıyı yazarken derin derin düşündüm. Aktivist bildirilerine imza atan değil yüz yazar, asırlar sonra okunacak on yazar listesini bile yapamadım bizim edebiyatımızdan.

Siz de düşünün, belki de yanılıyorum ben.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar