Binyıllık yalnızlık!
Batı’nın bize bakışı, bizim onların bize bakışı hakkındaki fikrimizden bir hayli farklı bir bakıştır. Eskidir, sanki tarih öncesinden kalmış gibidir.
Dürbünün uzak ucuyla bakıyorlar bize; vakti zamanında bir şey gördüler ve o görüntüyü orada dondurdular.
***
Dürbünün o uzak ucundaki biz; at sırtında, önüne çıkan her şeyi kendi mülkü kılan, hiçbir duvara çarpmayan, bir elinde kılıç, ötekinde kalkan, şaha kalkmış bir küheylan gibiydik. Onların gözünde biz, rahmetli Cemil Meriç’in deyimiyle, “Haçlı Seferleri’nin kılıcından kelleler damlayan cündileriyiz, tekbir getiren cündiler...” hem de.
***
Kürt komutan Selahaddin-i Eyyubi’nin liderliğindeki İslam “cündilerinin” kılıçlarından arta kalan haçlılar, haçlarını da alıp karanlık çağlarına geri döndüklerinde, bir daha Ayasofya’da ayin yapamayacaklarını hesaplamamışlardı.
Ama bütün korktukları başlarına geldi.
Osmanlı’nın eline geçen İslam bayrağı, “adaleti”, “hoşgörüyü”, “saygıyı” dünyanın yedi iklim dört yanına yaydı.
Osmanlı’nın yarattığı medeniyet Cemil Meriç’in deyimiyle, “...bir iman ve aksiyon medeniyeti”ydi. Asırlarca “hiçbir ‘izm’in erişemediği ve erişemeyeceği bir rüya” gibi hüküm sürdü.
***
Osmanlı yayıldıkça, yine Meriç’in deyimiyle “insanın ve insanlığın altın çağı” uzadıkça, “barbar”, “zalim”, “tembel Türk” imgesi daha da belirginleşti, gün geldi analar çocuklarını “Türkler gelecek ha” korkusuyla uyutmaya başladı.
(Oysa onların “Türk” dediğine Osmanlı “Türk” demiyordu; yani Osmanlı’nın lügatinde kendi adı “Türk” değil, “Osmanlı”ydı.)
Bütün bu korkuların, bu kem sözlerin asıl sebebi, ülkelerinin günün birinde İslam’ın bayrağını her yerde dalgalandıran Osmanlı’nın egemenliğine geçme ihtimaliydi.
Bu “ihtimal” hiç de yabana atılacak bir “ihtimal” değildi üstelik.
Osmanlı, Cemil Meriç’in ifadesiyle, “Endüstriyel bir medeniyet olan Batı’ya, minarelerden bakan”, “Tek Allah, tek kitap, tek hakikat, tek halife, tek dünya”yı şiar edinmiş “askeri” bir medeniyetti.
Önü alınamaz bir şekilde genişliyordu.
***
20. aşıra doğru giderken o büyük “askeri medeniyet, endüstriyel medeniyete mağlup oldu”. Bir bocalama devrinden sonra milliyetçilikler çağına girdik. Bir mikrop girdi insanlığın kanına, dünya zehirlendi.
Batı kurduğu “yeni uygarlığıyla” “mağaralarına” çekildi, biz ise küçüldükçe küçüldük. Gide gide Anadolu’ya sıkıştık.
İki bin yıllık bir devletimiz vardı elimizde, ama “ulusumuz” küçüktü. Osmanlı’nın “millet” kavramını bırakmış, Avrupalıların “ulus”una sarılmıştık. O halde bu büyük devlete, bu “küçük” ulus azdı. Çözüm kolaydı. Gayrimüslimleri dışarıda bıraktılar, geride kalan bütün Müslüman ahaliye “Türk” dediler.
***
Batı rahatladı. Attan inmiş, otomobile binmiş, onların “medeniyetine” doğru koşmaya başlamıştık. İyi de ediyorduk amenna ama giderken, yine Meriç’in ifadesiyle, “...irfanımızı maziye bağlayan köprüleri berhava” ediyor; dilimizi, dinimizi, değerlerimizi, kimliğimizi, kültürümüzü çiğneyerek gidiyorduk. Tam da onların istediği gibi... Git gide “tehlike” olmaktan çıkıyorduk. Ellerini ovuşturdular, kılıçla dize getirilemeyen bir millet “yaşama alışkanlıkları” değiştirilirse, belki hizaya getirilebilirdi.
***
Bu yüzden modernleşme tarihimizin önemli bir kısmı, “jakoben modernistlerin” kendi halkını “dize getirme” tarihidir bir bakıma.
***
İsyanlar oldu; Batı sesini çıkarmadı. İdamlar oldu, sesini çıkarmadı. Topluca insanlar katledildi, sesini çıkarmadı. Askeri darbeler oldu, sesini çıkarmadı. Başbakanlar, civan delikanlılar asıldı, sesini çıkarmadı. Şiir yasaklandı, şairler sürgüne gönderildi, yazarların kafası kalaslarla parçalandı, düşünürler kodese tıkıldı, köylülere dışkı yedirildi, köyler boşaltıldı, faili meçhul cinayetler, işkenceler aldı başını gitti, açlık oldu, sefalet oldu, sesini çıkarmadı.
Onlara benzemeye karar vermiştik çünkü. Onlara tamamen benzeyinceye kadar ceberut devlet istediği gibi ensemizde boza pişirebilirdi. O uzak geçmişin bütün “korkuları” bertaraf oluncaya kadar, Selahaddin-i Eyyubi’den, İstanbul’un fethinden kalan o “korku” tamamen silininceye kadar, bizi yönetenler bize her şey yapabilirlerdi, onların umurunda değildi.
***
Gün geldi, Recep Tayyip Erdoğan’ın şimdiye kadar duyduklarına hiç benzemeyen gür sesi ulaşınca oralara, aniden geçmişin bütün o “korkuları” depreşti. Erdoğan namaz kılıyordu. Yanındakiler tekbir getiriyordu. Yetmedi bir hayli de becerikliydi. Kürt’e “Kürt” diyor, Alevi’ye “Alevi”, Ermenilerin taziyesine ortak oluyor, iktisadı bir düzene sokuyor, dünyaya açılıyor, “Koca dünyanın yanında 5’in esamisi okunmaz” diyordu.
Vakti zamanında “Türkler geliyor ha” sözüyle çocuklarını uyutanları bu kez “Erdoğan geliyor” korkusu sardı.
***
İçimizdeki hainlere, kendi uçağımızla bizi vurmalarına yol verdiler; olmadı. Dağdan vuranların karargâhlarına kendi bayraklarını çektiler; yine olmadı.
Hemen minareleri füze yapan resimler yaptılar, o füzelerin yanına Erdoğan’ın resmini koyup dünyaya yaydılar.
Şimdi bütün cephelerden çullanıyorlar üstümüze.
***
İşimiz zor!
Bundan tam 40 yıl önce söylemiş Cemil Meriç:
“Bütün Kur’anları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız, yani İslam. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın.”
***
Evet, Batı İslam’ı kendi muhteşem uygarlığının önünde bir engel olarak görüyor, Erdoğan’ı da bu “tehlikenin” serdarı... İşin kötü yanı, bu ülkenin suyunu içmiş, havasını solumuş, ekmeğini yemiş yüzlerce buralı münevverin de onlar gibi düşünmesi...
Her biri “korkuyla büyümüş” o tedirgin ruh halinin birer uçbeyi...
- Üstat17 dakika önce
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?2 gün önce
- Kitapların kıymetini bilmek1 hafta önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 hafta önce
- Bir edebi eser olarak "Kapital"2 hafta önce
- Ne umdular ne buldular?2 hafta önce
- Savaş, barış, toplum2 hafta önce
- Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk3 hafta önce
- Çok yakın, yine de çok farklı4 hafta önce
- Flaubert ile Turgenyev'in ölümü1 ay önce