Zühre
Çocukluğumun yaz ayları, bulutların arasında geçti.
Çıktığımız “Gera Şin” (Mavi Göl) yaylası, Gare dağlarının doruklarındaydı.
Bütün gün dağ bayır seker, geceleri ise erkenden yatağa girerdik.
***
Gece perde perde inerdi dağların doruklardan. Ay yoksa, aniden bıçak işlemez kör karanlık kaplardı her yeri.
Ve karanlığı ilk delen, o yıldız olurdu.
Sonra arka arkaya, teker teker tutuşturulan kandiller misali yanmaya başlarlardı öteki yıldızlar da.
O kadar yakın, o kadar yakındılar ki yıldızlar, elimizi uzatsak avuçlarımıza dolacak, sonra taşacak avuçlarımızdan, hepsi yere dökülüp kırılacak diye korkardık.
Uyurken adeta üzerimizi yıldızla örterdik.
Her yıldızın adını, her kümenin hikayesi bilirdik.
***
“Samanyolu”nun adı, anadilimiz Kürtçede “réka ka diza”ydı. Şimdi düşünüyorum da, bu adı kim bulduysa şair olmalı!
“Ka diz”, “saman hırsızı” demek... “Samanyolu” değil, “saman hırsızlarının yolu”...
Saman hırsızlarının torbalarının dibi delik olmalı, çuvala doldurdukları samanı, döke döke götürmüşler belli, arkasına bakmamışlar, yoksa samandan bu yol oluşmazdı.
Şu “karanlığı ilk delen” yıldız var ya, onun adı “gelavéj”dir. “Zühre” yani...
Devamlı göz kırpıp duruyor. Yıldızların en işvelisi...
Bize yakın, göğün üçüncü katında yer alır. Musikişinaslar sever, hanendeler bayılır ona. Türkçesi Çolpan, Arapçada Zühre, İran mitolojisinde adı Nahid, Yunan mitolojisinde Afrodit, Romalılarda Venüs adında tanrıçadır; kutsal olduğunu söyleyenler olduğu gibi aksini söyleyen meseller de var dünya edebiyatında.
***
Gecenin geç bir vaktiydi. İstanbul’un göğünde tek bir yıldız yoktu. Şehrin ışıkları, bütün yıldızları yutmuştu. Yıldızların tümü, çocukluğumun o dağ başındaki yaylasında kalmıştı. Buralarda, artık televizyonda şarkı söyleyen, dizilerde oynayan insanlara “yıldız” diyorlar; onlar benim tanıdığım yıldızlara hiç benzemiyordu.
Elif Şafak’ın “Mahrem” romanı vardı elimde, okurken şu paragrafta durdum:
"Zühre… Derler ki, aşk da unutulurmuş herşey gibi... Hem de yaşanıp bittikten, soğuyup küllendikten sonra değil, tam da doludizgin devam ederken unutulurmuş aşk... Neyse ki, Zühre yıldızı varmış göğün üçüncü katında... Halen aşık olup olmadıklarını ve eğer aşıklarsa kime aşık olduklarını hatırlamayanlar, göğün üçüncü katına çıkıp, Zühre yıldızının elindeki aynaya bakarlarmış... Baktıklarında gördükleri yüz, aşık oldukları kişinin yüzü olurmuş... Derler ki, bazıları sadece zifiri karanlık görürmüş aynada... Böylelerinin hafızalarından şüphe etmeleri yersizmiş... Çünkü tekleyen hafızaları değil, yürekleriymiş..."
Gökyüzündeki cümle yıldızlara dair “Faust”ta bir şeyler söyleyen Goethe, sıra
Zühre’ye gelince şunları söyler:
“Bayan Zühre'dir herkesi büyüleyen kimi erken, kimi geç tatlı bakışıyla”
***
Peki Zühre veya adı her neyse, neden “bakışı tatlı” bir kadındır dersiniz?
Gökyüzünde karanlığı ilk delen ve seher vakti gökyüzünü en son terk eden, o da gidince çobanların “artık sürü gün ışığına teslim” diyerek birazcık uyumaya gittikleri, cümle şiire, cümle romana menvzu olmuş bu yıldızı, çocukluğumun “gelavéj”ini neden bir kadınla özdeşleştirmişler?
***
“Mahrem”i bıraktım, bir süre “Faust”u karıştırdım, sonra elim Rumi’nin “Mesnevi”sine gitti. Rastgele açtım, okumaya başladım.
Rumi bana “Harut ile Marut”un hikayesini anlatmaya başladı.
Size anlatacağım hikaye, Rumi’nin versiyonudur.
***
Harut ile Marut, Allah’ın iki sevgili meleğidir. Yeryüzünde insanoğlunun yaptığı kötülüklerin sebebini merak ederler. Allah’ın sevgili kullarının bu kadar acımasız olmalarına bir mana veremezler. Allah onları yeryüzüne gönderse, bütün kötülüklere son verecekler! Bu taleple Rabb'in huzura çıkarlar. Allah onlara der ki:
“İnsanlardaki nefsani hisler ve şehvet sizde olsaydı, sizler daha kötüsünü yapardınız. Sizi melek yapan şey, kalbinizde şehvetin olmamasıdır.”
Bunun üzerine iki melek, kalplerini şehvetle doldurarak kendilerini yeryüzüne indirmelerini talep ederler Allah’tan. Sınanmak isterler! Uzun tartışmalar sonucu
Allah ikisinin kalbini şehvetle doldurur ve Babil şehrinde görülmekte olan bir boşanma davasına kadı olarak gönderir.
Hani bir içim su dedikleri cinsten var ya öyle güzel, Zühre adında bir kadın kocasından boşanmak istiyor.
Harut ile Marut, Zühre’yi görünce ikisi aynı anda ona aşık olurlar. Bir yolunu bulur, kadınla buluşurlar. Ve ikisi de kadınla birlikte olmak ister. Kadın tamam der ama şartları vardır.
“Ya kocamı öldürün, ya şarap için veya puta tapın.”
Şartların içinde en az zararlı olanı şarap içmektir. Sarhoş oluncaya kadar içerler.
Kadın isteklerini yerine getirir.
Birkaç gün sonra şehvet ikisinin de beynini kemirmeye devam eder, tekrar kadına giderler, bu kez yeni şartlar öne sürer kadın; her defasında hırsızlık yaparlar, cinayet işlerler, akla gelmedik kötülük neyse onu yaparlar. Her geçen gün kadının şartları ağırlaşır ancak gelin görün ki, şehvet her şeye baskın gelir.
Gün gelir, kadın artık bu kadarı da olmaz dedirten bir talep ileri sürer.
“Siz her gece İsm-i Azam duasını okuyarak gökyüzüne çıkıyorsunuz. Bana da o duayı öğretin.”
Gözleri şehvetten kör olmuş Harut ile Marut bu şarta da “evet” derler ve kadına
İsm-i Azam duasını öğretirler. Kadın duayı okuyarak Allah’ın huzuruna çıkar.
Bir anda karşısında o “fettan” kadını gören Allah, elinin tersiyle bir tokat atar ona. Kadın, yediği tokadın etkisiyle uzay boşluğuna ışık hızıyla dalar, göğün büyülü boşluğunda kayar kayar, yıldız olur, durur bir yerde.
O günden itibaren orada duran yıldıza “Zühre” adı verilir, bir diğer adı “işveli” yıldızdır, devamlı göz kırpıp durur.
Harut ile Marut’a gelince...
Allah iki sevgili meleğinden, yeryüzü ile ahiret azabı arasında bir tercih yapmalarını söyler. Yeryüzü azabı geçicidir nasılsa, ahiret ise sonsuz; yeryüzü azabını tercih ederler...
O günden itibaren Allah Harut ile Marut’u Babil Kulesi’ne ayaklarından baş aşağı asar.
Kıyamet gününe kadar orada asılı kalacaklar!
***
Yaptığı her eserle beni bir kez daha kendisine hayran bırakan ressam arkadaşım Ahmet
Güneştekin’e anlattım bir gün Rumi’den okuduğum bu hikayeyi. Zira Ahmet, kadim hikayelerin müptelasıdır, bütün eserlerinin bir yerinde bir eski zaman hikayesi akar inceden inceye...
Evdeydik, yemek yiyorduk.
Kalktı, karşıdaki boş duvara baktı uzun uzun.
Bir kaç gün sonra bir kamyonet durdu evimizin önünde.
Kocaman bir resim indirdi Ahmet kamyonetten, getirip evimin o boş duvarına astı.
Karşısına geçip hayran hayran baktım. Sonra da;
“Bu tablonun adı ne Ahmet?” dedim.
“Zühre” dedi bana.
***
O duvar orada durdukça, “Zühre” orada asılı kalacak!
Ahmet Güneştekin, Zühre, 150x300, tuval üzerine yağlı boya
- Üstat17 dakika önce
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?2 gün önce
- Kitapların kıymetini bilmek1 hafta önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 hafta önce
- Bir edebi eser olarak "Kapital"2 hafta önce
- Ne umdular ne buldular?2 hafta önce
- Savaş, barış, toplum2 hafta önce
- Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk3 hafta önce
- Çok yakın, yine de çok farklı4 hafta önce
- Flaubert ile Turgenyev'in ölümü1 ay önce