Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Kuru sıcağın yavaş yavaş yerini serin yellere bıraktığı, narın çatlamak üzere olduğu geçen yaz sonuna doğru yolumuz Diyarbekir’e düşmüşken Mehdi Abi’ye (Eker), “Beraber Sur’a gidelim mi?” dedim.

Gittik.

Kirli, karanlık suların üzerinden atladık. Çukurlara girdik çıktık. Çamura battık. Yıkık duvarların gölgesinden geçtik, yaralı minareler çıktı yolumuza, ön cephesi olmayan boynu bükük evler, kalıntıları kalmış kiliseler...

Her yer dümdüzdü. Yer yer eskilerin kalıntıları üzerine yeni inşa edilmiş öbek öbek kaplama yapılar vardı etrafta.

Kurşunlu Cami’nin önünde durduk, etrafta Mıgırdıç Margosyan’ın çan kulesine zangocu çıkardığı kiliseyi aradı gözlerim, yerinde yoktu.

Ya Mehmed Uzun Müzesi olacak olan o büyük avlulu ev? O da yoktu.

Hiçbir şey yerinde yoktu.

Bir halkı yönetmek uğruna her yere kablo döşeyip ucunu uğursuz bir düğmeye bağlayanlar, çoktan o düğmeye basmış, orada yaşayanların tarihlerinden daha kadim olan, o bir daha inşa edilemez muhiti tarumar ettirmişlerdi.

Sanki dimdik ayakta duran surun semti çevreleyen kısmı boşuna duruyordu orada; duvarın bu tarafında muhafaza edilecek hiçbir şey yoktu!

*

Güneş Dicle Vadisi’ne veda etmek üzereydi.

Ayaklarımın altındaki toprak inlemeye başladı sanki.

Burada hiçbir çocukluk anım yoktu.

Beni, yüzüm güneşle yıkanmış bir halde, öyle toprağa mıh gibi çakan, topraktan bir çocuk ağlamasına benzer bir ses duymama sebep olan şey, tam da o sırada bulunduğum yerde, tanıdığım bazı insanların heba olmuş çocukluk anılarına aklımın gitmiş olmasıydı.

Bazen filmlerde olur. Kahraman benim durduğum yerde durur, virane olmuş etrafına bakar, resim donar, sonra çok eski zamanlarda, çocukluğundaki hali canlanır mekanın, hikaye ta başından başlar.

Bana da öyle oldu.

Mehmed Uzun
Mehmed Uzun

*

Mehmed Uzun 17 yaşındadır.

Hapishaneden yeni çıkmış. Üzerinde, her tarafına bulaşmış haki bir korku var hala. 12 Mart’ta darbe yapan askerler, Ankara’dan salmışlar çocuğu, o da memleketine gelmiş.

Muhtemelen benim durduğum yerde durdu.

Ermeni Apé Vardo’nun küçük kunduracı dükkanını arıyordu.

Çocukluğundan tanıyordu Vartanyan Amca’yı... Çocukluk arkadaşı Mıgo’nun babasıydı. Aynı mahallede oturan dayısının komşusuydu Apé Vardo.

Yaz tatillerinde Siverek’ten gelir, Diyarbekir’de, şimdi bir adı Gavur Mahallesi, öteki adı Xançepek olan bu yok olmuş mahallenin dar sokaklarında top kovalardı. Bir de, varsa yoksa çizgi romanlar... Müptelasıydı Teksas’ların Tommiksler’in...

Mıgo’yu da alıştırmıştı onlara...

Çizgi romanlardan kafalarını kaldırdıkları zamanlarda da, gökyüzünün mahşeri bir yıldız kalabalığıyla dolduğu yaz gecelerinde, bulabildikleri her fırsatta Hevsel Bahçeleri'ne birlikte gider, yere sırt üstü uzanır, nar çiçeklerine konan bal arılarının kulakları sağır eden vızıltılarına aldırmadan gökyüzündeki yıldızları saymaya çalışırlardı.

Mıgo’nun babası Vartanyan Amca, yörenin en namlı kunduracısıydı. Her sabah küçük dükkanını açar, etrafı toparlar, meşin önlüğünü üzerine geçirir, önüne tezgahını çeker, küçük küçük çivileri sırayla dudaklarının arasına dizer, sonra çekici alır, şimşek hızıyla o küçük çivileri marifetli parmaklarıyla dudağından alır, büyük bir ustalıkla köseleye çakardı.

Akşama doğru da yüksek topuklu, sivri burunlu, “Diyarbekir işi” kundurayı hazır ederdi.

Mehmed; Apé Vardo ile birkaç sene önce burada bırakıp gittiği çocukluk arkadaşı Mıgo’yu, leziz “topık” yemeğini yediği Mıgo’nun annesi Meta Meyré’yi, (Meryem Hala) serin avlulu evlerini, küçük kunduracı dükkanını aradı bir süre.

Her şey yerli yerindeydi ama onlar yoktu!

Evlerine köyden gelmiş bir Kürt aile yerleşmişti, küçük kunduracı dükkanı orlon iplik satan bir öteberi dükkanı olmuş, o insanların akıbeti konusunda hiç kimse hiçbir şey bilmiyordu.

Sonra birisi, “Onlar başka bir memlekete göçtüler” dedi.

Mehmed, muhtemelen o gün benim durduğum yerde durmuş, uzun uzun çocukluk arkadaşının; kendi çocukluğunda serin yaz gecelerinde saymakla bitiremeyeceğini bildiği halde nar çiçeklerine konan bal arılarının vızıltıları eşliğinde ısrarla saymaya çalıştığı o yıldızlar kadar uzak bir memlekete gidişine hayıflanmıştı.

“Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak” dizesi geldi aklıma...

Aklım şaştı!

*

Çok değil birkaç yıl sonra 1977’de Mehmed Uzun da, arkadaşı Mıgo gibi “çocukluğundaki yıldızlar kadar uzak bir memlekete” sürgüne gitti.

Aklı Diyarbekir’de kaldı.

Gavur Mahallesini, Apé Vardo’yu, Meta Meyré’yi, Mıgo’yu ve ötekileri düşüne düşüne “çocukluğundaki yıldızların dağıldığı gökyüzü kadar geniş” bir evren inşa etti içinde.

O dünyaya, her birisinin yaşayabileceği bir yere birer kahraman yerleştirdi.

O kahramanlara kendi kesif hasretini, boğucu kederini, anadiline olan ölümüne tutkusunu, memlekete olan özlemini, çocukluğunun cennetine dair destanları, meselleri, türküleri söyletti.

Bir yol keyfetmişti.

Sürgünün “kış ruhuyla” her şeyin soğuktan ve yalnızlıktan kaskatı kesildiği bir uzak Kuzey ülkesinde, İsveç’te edebi sözün fırından yeni çıkmış taze ekmek kadar sıcak gücüyle, romanla baş etmeye çalıştı.

Onun yerine kahramanları konuşuyordu artık.

*

Yazar, bizim görmediğimizi gören insandır. Yarattığı kahramanları biz görmeyiz, onlar sadece yaratıcısına görünür. Yazar onlarla yaşar, onları ağlatır, üzer, sevince boğar, isterse öldürür. Hiçbir kahraman, yazgısı elinde olan yaratıcısına başkaldıramaz. Kahramanların kendi iradeleri yoktur, yazar bir ruh bulur, onu alır kahramanın bedenine yerleştirir. İsterse katil, isterse alim yapar.

Bazı yazarların bütün hayatları, bir süre sonra yarattığı kahramanların hayatına göre biçim alır. An gelir, bazı kahramanlar yazar istemediği halde kendi yazgısını ona dayatır.

Bazı kahramanlar da yaratıcısının yakasını hiç bırakmaz.

Meşhur Fransız yazarı Balzac’ı, Paris’in su sorununun tartışıldığı bir toplantıya çağırırlar. Gider. Herkes çözüm için bir öneri ortaya atar. Konuşma sırası ona gelince, “Siz onu bunu bırakın da Eugenie Grandet kiminle evlenecek, onu söyleyin bana” demiş.

O sırada Paris’in su sorunu değil, yazmakta olduğu romanın kadın kahramanına bulacağı koca daha önemli bir sorundur Balzac için.

Yazar, aynı zamanda kahramanının çöpçatanıdır!

*

2002 yılının sonbaharı, evde çalışma masasına yayılmış harıl harıl Mehmed Uzun’un “Dicle’nin Yakarışı” romanını çeviriyordum Türkçeye.

Edebiyat tarihinde çok sık rastlanır mi bilmiyorum ama bu anıtsal romanın Kürtçe yazımı ile Türkçeye tercümesi beraber yürüdü. Yazar yazdığı her bölümü Stockholm’den bana gönderiyor, ben de, o yazdıkça Türkçeye çeviriyordum.

Telefon çaldı, arayan Mehmed’ti.

Konuşmuyor, ağlıyordu!

Sanki nutku tutulmuştu. Korktum, bir yakınımız ölmüştü belli. Birkaç kez “Ne oldu?” diye sordum, ağlamaktan cevap veremiyordu.

Sonra ağzından “öldü” kelimesi çıktı.

“Kim öldü?” dedim korkarak.

“Mıgo öldü!” dedi.

İlk anda çıkaramadım, Mıgo adında ortak bir tanıdığımız yoktu.

“Mıgo da kim?” dedim.

“Romanımın kahramanım Mıgo” dedi.

Rahatladım. Ölen yaşayan bir yakınımız, arkadaşımız değil, bir hayali kahramandı. Romanın o bölümünü bitirmiş, Mıgo’yu öldürmüştü!

Şimdi telefonda kahramanı Mıgo’nun ölümüne mi, yoksa yitirdiği çocukluk arkadaşı Mıgo’ya mı ağlıyordu, hiçbir zaman öğrenemedim.

*

Mıgo “Dicle’nin Yakarışı” romanında, Girit’e sürgüne giden Botan Beyi Mir Bedirhan’la birlikte giden Ermeni Mam Sefo’nun oğludur. Romanın baş kahramanı Biro’nun çocukluk arkadaşıdır.

Hayali kahramanına, Diyarbekir’in Gavur Mahallesi’nde kaybettiği çocukluk arkadaşının adını vermişti yazar.

*

Diyarbekir’de kaybettiği çocukluk arkadaşı gerçek Mıgo’nun hikayesine gelince...

Mehmed Uzun yayınladığı üçüncü romanıyla rüştünü ispatlamış bir yazar olarak 1989 yılında PEN Kulübün 54.Kongresi’ne katılmak üzere İsveç’ten Kanada’nın Montreal şehrine gitti. Toplantıda iki Ermeni yazarıyla tanıştı. İkisi de Türkçe biliyordu. Akşam yemeği için Mehmed’i bir Ermeni lokantasına davet ettiler.

Yıllardır memleket yemekleri yememişti. Severek kabul etti.

Lokantada her şey Diyarbekir’i hatırlatıyordu. Duvarda Sayad Nova’nın bir resmi vardı. Derinden derine Hevsel Bahçeleri'ndeki yaz gecelerinde kulağına çalınmış olan bir müzik duyuluyordu.

Sonra masaya “topık” geldi, sanki gelen Mıgo’nun annesi Meta Meyré’ydi.

Ve ardından, iri cüsseli, yana doğru genişlemiş bir adam geldi. Sanki Dicle göğünden bir yıldız geldi. Gelen çocukluk arkadaşı Mıgo’nun ta kendisiydi. Gavur Mahallesi’nde kaybettiği arkadaşı Mıgo dünyanın öbür ucunda, hiç beklemediği bir anda karşısına çıkmıştı.

Mıgo onu aldı evine götürdü. Babası Apé Vardo hala yaşıyordu. Mehmed hapishaneye girdiğinde, 12 Mart’tan sonra Vartanyan Amca ailesini alıp Kanada’ya gelmişti. Varıp elini öptü. Yaşlı Ermeni, Kürt yazarın boynuna sarıldı, memleket kokuyordu hala, kokusun uzun uzun içine çekti.

Motreal’den ayrılmadan önce son gün Mehmed bir kez daha evlerine gitti. Bu kez iki çocukluk arkadaşı evin terasında oturdular. Bahçede yetişmiş çeşit çeşit bitkilere, çiçeklere bakarken Mıgo Mehmed’e, “En çok neyi özlüyorum biliyor musun Mehmed?” dedi.

Uzun bir sessizlikten sonra kendi sorusuna kendisi cevap verdi:

“Bal arılarının vızıltılarını özlüyorum. Hefsel Bahçeleri'ne gittiğimiz o yaz gecelerinde en çok narlara konan bal arılarının vızıltılarına ifrit oluyordum biliyorsun. Ama şimdi en çok o vızıltıları özlüyorum. Olur diye yıllar önce Diyarbekir’den, Dicle kıyısındaki toprakla birlikte nar fidanı getirttim. Aha şu bahçeye diktim. Belki tutar da çiçeklerine arılar konar! Konar da bana o yaz gecelerini tekrar yaşatırlar. Tutmadı be Mehmed, hiç biri çiçek açmadı, hasret kaldım o vızıltılara.”

İki çocukluk arkadaşı sımsıkı birbirine sarıldı.

*

Artık olmayan Gavur Mahallesi’nde durmuş bunları düşünürken, muhtemelen Mehmed Uzun’un 17 yaşındayken hapishaneden çıktıktan sonra çocukluk arkadaşı Mıgo’yu bulmak için gelip durduğu yerdeydim.

Mehdi Abi’nin sesiyle tahayyülatıma veda ettim.

“Artık gidelim mi?” dedi.

“Gidelim abi” dedim ben de.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar