Selam olsun Diyarbakır analarına!
O her tarafından kan sızan 90’lı yılların ortaları falandı. Memleketimi ziyaret etmeyeli bir hayli zaman olmuştu. Dağlarını özlemiş, suyuna hasret kalmıştım. Gidemiyordum. Sonra bir gün, “her hasretle baş edilebilir bir tek anne hasreti hariç” duygusu baskın gelmiş olmalı ki, bir Kurban Bayramı’nda kalktım gittim oralara. Bir şey olmaz, o hasretin zırhı korur beni dedim.
Annemin yaşadığı mahalleye girer girmez, farklı bir havayla karşılaştım. Belli ki mahallede ölüm vardı. Ağır bir matem kokusu sinmişti her yere.
Gider gitmez haberi verdiler; evleri annemin eviyle bitişik Esma Teyze ölmüştü.
İlkokuldan sınıf arkadaşım, aynı zamanda adaşımın annesiydi Esma Teyze. Yatılı Bölge Okulunda iki yıl beraber okumuştuk oğlu Muhsin’le. Bir sabah ağır ateşler içinde uyanmıştım. Yatakhaneden çıkarmadılar. Tek başıma yatıyordum ranzada. Bir ara baktım Muhsin geldi, bu saatte yatakhaneye çıkmak yasaktı. Belli ki nöbetçi öğretmeni atlatmıştı. Elinde ince uzun bir şişe vardı, şişenin içinde sarı bir sıvı vardı. Otuz iki dişiyle gülümsedi ve elindeki şişeyi havaya kaldırarak, “Bu şey seni iyileştirecek” dedi. Okuldan firar etmiş, çarşıya gitmiş, beni iyileştirmek için o sarı, şifalı suyu getirmişti.
Ama bir şey unutmuştu adaşım; bu meretin kapağı öyle kolay açılmıyordu.
Şişeyi açmak için o kan ter döke dursun, ben sevinçten ve keyiften iyileştim galiba. Katıla katıla gülüyordum.
Sonra şişeyi nasıl açtı bilmiyorum, o sarı sudan bir yudum aldım, hıçkırdım, hayatta ilk içtiğim portakal suyu odur.
Hayat sonra bizi komşu yaptı, ikimiz de yatılı okulu bırakıp mahalle mektebine yazıldık.
Sık sık birbirimizin evine gidip geliyorduk. Bir sürü kardeşi vardı adaşımın, evin içi çocuk doluydu. Çocuklarıyla birlikte çok yemeğini yedim; o yüzden Esma Teyze’nin bende ekmek hakkı vardı.
Ölüm haberini annemden duyduğumda, uzun bir süreden beri ilk defa annemle karşılaşmanın sevincine, yakın bir akrabamı kaybetmenin derin acısı karıştı.
Sevincime hüzün bulandı.
Ölüm nedenini sormadım anneme. Hemen kalktım, şimdi çocukluğumda adaşımla oturup yarenlik ettiğimiz ve şu anda bir taziye evine dönüşmüş olan evlerine gittim.
Taziye evinden çıkışta garip bir hafiflik hisseder insan.
Ölümün acısını paylaşmak mı, mukaddes bir görevi ifa etmek mi, ölü evinden ölümün ağır yükünü az da olsa oradan kaldırıp dışarı çıkarmak mı bilmem, o evden çıktığımda hafif hissetmiştim kendimi.
En büyük korkum Muhsin’le yalnız karşılaşmaktı. Annemle kıyasladığımda bir hayli genç sayılan annesi neden ölmüştü acaba? İnsan önce ölümün sebebini sorar ya, bu soruyu adaşıma sormak istemiyordum.
Allahtan kalabalıktı karşılaştığımız an ve sadece başsağlığı diledim, acısını paylaştım.
Sonra eve geldim, Esma Teyze’nin ölüm sebebini anneme sordum.
O da anlattı!
*
Sen üniversiteye İstanbul’a gittiğinde küçük bir erkek kardeşi vardı Muhsin’in, hatırlıyor musun? O zamanlar sanırım ilkokula yeni başlamıştı. Geçen sene kaybolmuş o çocuk. Uzun süre her yerde aramışlar. Önce bir büyük şehre kaçtı falan sanmışlar. Esma, her gün aha şu dama çıkıyor, aşağıya, şehre gelen yola bakıp oğlunun yolunu gözlüyor. O zamana kadar arada bir bana gelir, saçlarına kına sürerdim. Bir süre sonra gelmez oldu. Sonra ben gittim, her gidişimde iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Kendini koy vermişti. Artık kına yakmadığı saçları kısa süre içinde kar beyazı olmuştu. Ben de onu teselli ediyordum. Delikanlıdır, bir yere gitmiş, bakarsın aniden çıkar gelir, kendini bu kadar salma, gam bitirir insanı, Allah’a dua et, heder etme kendini derdim. Söylediğim hiçbir şey kar etmiyor, sanki oğlunu bir daha göremeyeceğini biliyormuş gibi yüzüme boş boş bakıyor, hiç konuşmuyordu.
Bu hal böyle bir süre devam etti. Sonra günün birinde bir haber geldi mahalleye. Esma’nın oğlundan... Ama gelen haber öyle hepimizi sevindiren bir haber değil, kara bir haberdi!
Oğlu anasına gönderdiği haberde demiş ki, “Ana ben dağa çıktım, yokluğuma alış” demiş. Başka da bir şey dememiş. Artık dağa nasıl çıkmış, neden çıkmış, kim kandırmış, veya kendi isteğiyle mi gitmiş, bir şeye mi kızmış, bir hayalin peşine me düşmüş hiç birimiz bilemedik.
Bu haberi alır almaz Esma kendini bir odaya kapattı. Evlerinin arka odasına... Hani küçük bir penceresi olan o odaya. Büyük oğluna demiş ki, o küçük pencereyi de ör demiş. Önce oğlu, babası karşı çıkmışlar ama kadın Nuh demiş peygamber dememiş. Mecburi dediğini yapmışlar. Küçük pencereyi de örüp odanın içindeki ışığı yok etmişler. Esma o odaya girmiş ve bir daha çıkmamış. Komşular gelmiş, akrabalar gelmiş, yakınları gelmiş, kocası yalvarmış yakarmış, çocukları eteklerine kapanmış, ağlamışlar, sızlanmışlar Esma’nın dediği dedik, o odadan dışarı çıkmamış. Bir süre sonra alışmışlar bu haline. Gelini yemeğini odaya bırakmış, sonra bakmışlar bırakılan yemekleri de yemiyor, biraz su içiyor, biraz ekmek kemiriyor, getirilen yiyecekleri de öyle bırakıyormuş. Her gün biraz daha zayıflamış, gün be gün canından gıdım gıdım koparmış. Odanın karanlığı her gün biraz daha koyulaşmış. Aylar sonra artık odada hiçbir şey göremez olmuş. Artık ne kadar ağladıysa, bir süre sonra bakmışlar ki, sahiden kör olmuş.
Ramazan başında bir gün camide gördüm onu oğlum. Kocası dayanamamış, girmiş odaya, bir kemik yığını kalmış kadını kucağına alıp camiye getirmişti.
Yanına gittim, sokuldum. Elinde bir tespih vardı. Dudakları hafif hafif kıpırdıyordu. Belli ki dua ediyordu. Yüzü, şehre gelen yolu gören caminin penceresine dönüktü. Belki de gönül gözüyle bakıyordu o pencereye, belki oğlu çıkagelir diye.
Kör gözlerle hala oğlunun yolunu gözlüyordu!
Bayram arifesinde öldü Esma. Oğul hasreti bitirdi kadını oğlum. Şu uzun ömrümde o kadar çok ölüm gördüm ki, ama kendini karanlığa hapsederek canına kıyanı ilk defa gördüm.
Tövbe ya Rabbi!
*
Diyarbakır’da HDP’nin önünde; dağa gitmiş, dağa kaçırılmış, dağda alıkonulan çocuklarının akıbetini öğrenmek için betona oturup bir umut bekleyen anaları görünce, yıllar önce yaşadığım bu hikaye geldi aklıma.
Ne yazarsam yazayım, bir yaşanmışlık kadar etkili bir şey anlatamam dedim. Söyleyeceğim her şey söyleniyor zaten. O yüzden bu hikaye!
Hikayemdeki Esma Ana’nın gidecek hiçbir yeri yoktu. Başvuracağı hiçbir merci yoktu. Karanlığın içine hapsetti kendini, o bıçak işlemez kör karanlıkta bekledi oğlunu, umudu bittiğinde o da bitti.
Şehit anneleri de, Cumartesi anneleri de, Şili, Arjantin, Roboski anneleri de, Diyarbakır anneleri de... Bir biçimde, evladını şu ya da bu biçimde kaybetmiş bütün anneler... Hepsi haklıdır. Hiç birisinin acısı bir diğerinin acısından daha ağır veya daha hafif değildir.
Evlat acısı tartıya gelmez.
Evlat acısının ideolojisi, siyasi fikri yoktur çünkü!
Aşk acısı kılıç yarasına benzer derler. Yara kapanır ama izi kalır.
Evlat acısı ise her gün paslı bir bıçak saplanan cılk bir yaradır. Ne kapanır, ne de acısı diner.
- Üstat17 dakika önce
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?2 gün önce
- Kitapların kıymetini bilmek1 hafta önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 hafta önce
- Bir edebi eser olarak "Kapital"2 hafta önce
- Ne umdular ne buldular?2 hafta önce
- Savaş, barış, toplum2 hafta önce
- Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk3 hafta önce
- Çok yakın, yine de çok farklı4 hafta önce
- Flaubert ile Turgenyev'in ölümü1 ay önce