Hüseyin Ferhad... şair değil, ulak!
Eskinin baba şairlerine kaldığımız son yılların şu çorak şiir iklimde Hüseyin Ferhad, keşfettiğim günden beri benim için her dem suya hasret bir anımda bir kırba su gibi geldi.
2008 yılında çıkan “Kılıç İpekte Sınanır” adlı toplu şiirlerinden beri yeni kitabını “hastanın sabahı beklemesi gibi” bekliyordum.
Nihayet çıktı Yapı Kredi Yayınları’ndan.. İsminde de “nihayet” var;
“Nihayet Bir Cümledir İnsan...”
Mehdi Abi’nin hediyesi...
*
Sesini işittiğim günden bugüne kulak kabartıyorum tınısına. Çok derinden geliyor... Hayatın yedi kat dibinden, mağmadan, kayıp medeniyetler tabakasından... Bir zelzele uğultusuna benzetiyorum nedense. Bazen kesik kesik, bazen gürül gürül. Kelimelere ağırlık bağlıyor, o ağırlık bazen bir intihara vesile olacak derken, aniden yerçekimine mukavemet eden bir hezarfene dönüşüyor...
Doğulu değil, şarklı bir şairdir. Sesi “tarih öncesi köpeklerin havladığı” bir yerden duyuluyor. Sesinin tam ortasında bir şark çıbanı dolaşıyor sanki, buğuludur, daima kanıyor.
O yüzden mi kitabının birinci bölümünün başlığı “ah’lar, sagular” mı bilmiyorum.
*
Kitabın ilk şiiri ise “Karanfil”...
Çok şair karanfil söylediler ama en güzelini Edip Cansever söyledi. Onunki yerçekimine kapılmıştı; Hüseyin Ferhad, Cansever’in karanfiline, kanayan mendilini de katıyor.
“Karanfil niye kokar hem de kıpkırmızı
elbet kanatmak için kokar yaralarımızı”
*
İstanbul’dan öte köyse, taşraysa eğer yani -ki öyle der cümle hüner erbabı- Dersaadet’in dışında yaşayıp da hep yeni şiirlerinin yolu dört gözle beklenen ender şairlerdendir Hüseyin Ferhad.
Işığın yükseldiği yerde yükselmiş, hep Şark düşmüş payına, Hassa’da doğmuş, Mardin’de mektep okumuş, Urfa’da muallimlik yapmış, sonra Adana’ya göçmüş, ders vermiş, ticaret erbabı olmuş, bir ara İstanbul’u denemiş, yapamamış, İzmir’e sermiş olmalı şimdi mitili...
“İstanbul’u bilmem” diyor. “Bu şehirde geçirdiğim gecelerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Şu an Yesrib’deki, Medine’deki bir Bedevi’den, bir çöl şairinden farkım yoktur. İstanbul dışından yazmayı başka nasıl anlatabilirim ki...”
Yine de kitapta “Dinle İstanbul” diye bir şiir var.
“Bencileyin bir Yerli’ye, rençbere
tek kelime kafi: Dersaadet;
déjá vécu değil, madem
bir sülüs, bir tahta bavul
bir çift çarık, bir bere
süvari onbaşı Resul, dedem
Haydarpaşa, sonra Yemen
Gücenmem diyorsam gücenmem
Sokul biraz daha sokul
Bir slogan: ‘Ya sev ya terk et!’
Bizans, Osmanlı, Cumhuriyet
iç içe üç bahçe, açıl susam
üçüne de dar gelir gurbet
işinin adı ne, İstanbul
terk etmeyi de sen öğret”
Ve belki de “Öpmek için bir kadını ümüğünden
tam da ümüğünden. Daha çok da bu yüzden...”
“İzmir, Sırf Bu Yüzden...”
“Hayatın sülüsünü, biletini döş cebinde” gezdiriyor!
Sahi, “kaç zindan sığar bir ömre?”
*
Hakkında yazılanların hemen hemen hepsini okudum uzun yıllardan beri. Herkesin ona yakıştırdığı isim; Şaman!
Meşe kütükleriyle harlanmış büyük bir ateşin etrafına oturtuyor sanki okurunu, “ağzının kenarında bir sap reyhan”la, kederli Mezopotamya’nın en yaralı yerinden söylemeye başlıyor, önce bir fısıltı gibi çıkan sesi; yara sızısına merhem kör bir dengbéjin, kelimelerin önünde secdeye varan bir meddahın, gürül gürül söz köpürten bir masalcının sesine dönüşüyor; o ses de bir süre sonra modern bir şairin dingin, bazen kederli, bazen öfkeli, bazen munis, bazen militan sesi olup çıkıyor. Çünkü o hem destancıların “divanına” diz kırmış, hem de “Rimbaud’nun ruh akrabası, onunla aynı klandan”dır.
Yeri; vakti zamanında damdan dama birbirimize tuz uzattığımız tekmil coğrafya olarak algılarsak eğer -ki bence öyle algılamak lazım- Yerli (Y büyük) bir sestir onunki. Arabidir, Acemaşirandır, Kürdilihicazkardır. Türkü söyler, gazel okur, bozlağa asılır, hatta blues inler... Söylediği destandır, çiroktur, meseldir, kavildir, kıssadır... Şiiri daha önce deve kemiğine, fil dişine yazılmış, taşa oyulmuş, kaya mezarlarına saklanmış da altından kelime arayan bir defineci oradan bulup çıkarmış gibi...
Bir minarenin şerefesinde; bir ezan okurken, bir de mediha, kaside, lawje, uzun hava söylerken elini kulağına götüren, sabah ezanına şevkle kalkan bir müezzinin sesine benziyor bazen.
Bazen unutulmuş ilimleri yeniden hatırlatmayı vazife bilmiş gezgin bir alimin...
Bazen suyun dilini bilen, dilini kuşların bildiği bir eski zaman medresesinde unutulmuş bir fakih duasına dönüşüyor...
Bazen yüzü güneşe dönük, yılana bile şefkatle kavil okuyan bir Yezidi kavalın bendirinden dökülen tınıya...
Bazen yedi uyuyanlar mağarasında, uykudan gözlerini yeni açmış bir Hıristiyan azizin ürkek duasına benziyor...
Bazen de güneşin altında kavrulmuş ruhuna ilahi okuyan kara derili bir Afrikalı kölenin çığlığına...
Şiiri; kadim şiirin toprağa, çöle, kayaya ve “dibi zifir” kuyuya atılmış köklerinden alıyor can suyunu ama sürgünleri modern zamanlara uzanıyor can havliyle.
Doğup büyüdüğü coğrafyanın kelimeleridir ana sermayesi. O kelimelerle bereketli coğrafyaya yayılmış kadim uygarlıkların bize bıraktıklarını anlatıyor bize.
“Eskişehir’den de eski şehirler”i...
Ayak izleri Hititlerin Friglerin ayak izlerine karışıyor.
Bir ulaktır, “Bütün kayıp dillere, alfabelere vakıf bir dilbaz...”
Şerh düşüyor tarihe, derkenar çıkıyor coğrafyaya... Şiirinde “kör dengbéjler, ejder dövmeli kalebentler, şaşı kuşbazlar, üryan ateşgedeler, topal seyisler, kekeç gazelhanlar, peçeli üfürükçüler, ahraz yılanlar, çolak nakkaşlar” geziniyor.
Birisinin kuyruğuna basmak için biz de okurken şiirin içinde seksek oynayıp duruyoruz büyük bir şevkle.
Talebi şudur:
“Aklımı çel çocuk, beni kandır. Belleğimi kanırt, eşele. Zaman algımı, çağdaşlık algımı tersyüz et. Beni Enheduanna’nın, Sappho’nun, Gülten Akın’ın ebruli rüyalarına yatır. Rüzgar ol, es. Ceylan ol, mele. Baca ol, tüt. Şebnem ol, yağ. Kurt ol, ulu. Kumru ol, dem çek. Hecin ol, bozla. Reyhan ol, kok. Kar ol, eri. Yüzüme diyorum yüzüme Frida Cahlo’nun nefesini hohla, beni kanatlandır
Sahraya çık
vahaya in
dağlara yürü. Hıra’ya, Zülfükül’e”
*
“her şair bilir ezbere
kaç arşındır Yerküre
yüreğin darası kaç dirhem”
Belki de o yüzden, Kadı Burhaneddin’in, Ahmet Erhan’ın, Artur Rimbaud’nun, Adonis’in, Faruk Nafiz’in, Edip Cansever’in, Turgut Uyar’ın, Cemal Süreya’nın, Ülkü Tamer’in, Tomris Uyar’ın, Gülten Akın’ın, Sennur Sezer’in, Nilgün Marmara’nın, Ece Ayhan’ın, Ahmet Haşim’in, İlhan Berk’in, Abdülhak ile Lucien’in, Nazım ile Piraye’nin, “dişi totemler” Penelope’nin, Nefertari’nin, Sappho’nun, Elsa’nın, Vera’nın, Zin’in, Aslı’nın, Şirin’in ve Sezai Karakoç’un adı, (ille de Şairin Seyir Defteri ile Yort Savul kitapları) mısralarının içinde bir muska gibi duruyor.
“Halil, görüyor musun Halil
aha Sezai Karakoç’un şehri
Ergani! Sela, vakitsiz bir ezan
kanayan ve kanayan
bencileyin bir İbrahim’in Hacer’i”
Ve Ahmet Haşim:
“Sızlan, iç geçir, ağla, ne gam
Ege’de bu dem bir Haşim olsam.”
*
Uzun bir aradan sonra Hüseyin Ferhad tekrar geldi.
Xoş geldin, başım gözüm üstüne keké!
“Yurdunda kaybolmak” yok öyle!
“Türkçe yine süt dişleriyle” güldü!
- Üstat17 dakika önce
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?2 gün önce
- Kitapların kıymetini bilmek1 hafta önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 hafta önce
- Bir edebi eser olarak "Kapital"2 hafta önce
- Ne umdular ne buldular?2 hafta önce
- Savaş, barış, toplum2 hafta önce
- Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk3 hafta önce
- Çok yakın, yine de çok farklı4 hafta önce
- Flaubert ile Turgenyev'in ölümü1 ay önce