Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

İki Dostoyevski var. Biri insan ruhunun en karanlık yerlerinde gezinen kainatın gördüğü en büyük romancı, öteki Stefan Zwieg’ın deyimiyle “bir Ortaçağ rahibi kadar bağnaz bir dinci, bütün dünyayı Rus milliyetçiliğinin boyunduruğuna sokacak kadar Panslavist” fanatik bir milliyetçi olan Dostoyevski.

Romancı Dostoyevski gerçekçidir, Ortodoks-milliyetçi Dostoyevski ise iflah olmaz bir romantik...

Romancı Dostoyevski, insan denilen gayya kuyusunun en dibine ulaşmış, orada uzun süre kazı yapmış, su yüzüne çıkardığı kalıntılarla insan ruhunun içindeki en karmaşık, en girift halleri, hiçbir yazarın şu ana kadar ulaşamadığı büyük bir ustalıkla yazıp bütün insanlığa göstermiştir. Cemil Meriç’in deyimiyle, “girdaplar ve zirveler dünyasıdır” onun dünyası, “sonsuzluktur, ummandır.”

Dinci-milliyetçi Dostoyevski ise, zalim, yalancı, iftiracı, bağnaz, pis bir politikacıdır. Rahip cübbesini giymiş, bir engizitör edasıyla Rusya dışında ülke, Slavlar dışında millet tanımayan, Stefan Zweig’ın deyimiyle, “Doktrinini vaaz verir gibi sakin bir şekilde değil, hezeyan halleri mistik bir çılgınlık buhranı, şeytani öfke nöbetleri içerisinde açıkla”yan; “itirazları topuz darbeleriyle yerle bir” eden; “humma nöbetleri içerisinde titreyerek, kibirli bir şekilde ve şiddetli bir kinle” dünyanın karşısına çıkan sıradan bir insandır.

Bugünlerde Türkiye’de yaşasa her gece televizyonlarda yapılan münazaralarda “bütün dünya bize düşman ama biz hepsinin hakkından geliriz” diyen zevatla rahatlıkla anlaşır ama içlerinden birisi “Bir Türk cihana bedeldir” dese, hemen gardını alır, “Ne diyorsun sen, cihana bedel olan Türk değil, Rus’tur” diyerek ağzının payını verirdi.

Ortodoks-milliyetçi Dostoyevski ne kadar “şeytansa”, romancı Dostoyevski o kadar “peygamber”dir.

*

“Siyasal ve güncel meseleler, Batılılaşma sorunu, Rus aydınının eleştirisi, Panslavizm, Şark meselesi, Türkler ve İslamiyet, Hıristiyanlık ve Yahudiler, kadın, edebiyat, Avrupa” ve daha bir yığın meseleye dair fikirlerini serdettiği 1210 sayfalık hacimli eseri “Bir Yazarın Günlüğü”nü (Yapı Kredi Yayınları) okumadıysanız eğer, küçük, kindar bir politikacı olarak Dostoyevski’yle hiç karşılaşmayacak, onu zinhar tanımayacaksınız; oh ne iyi! Çünkü “Yeraltından Notlar”, “Ecinniler”, “Budala”, “Suç ve Ceza” ile “Karamazof Kardeşler” gibi, dünya edebiyatının bir buçuk asırdan beri aşılmamış o muazzam romanlarında, o bağnaz, iftiracı, fanatik dinci, kindar milliyetçi Dostoyevski’den eser yoktur. Okuduğunuz bu romanlarda karşınıza çıkan Dostoyevski; fikirlerine katılmasa bile, hatta yüzde yüz karşıt bile olsa, katil olsun, düzenbaz olsun, fakir olsun zengin olsun, kadın olsun erkek olsun bütün kahramanlarına aynı sevecenlikle yaklaşır, onların fikirlerini, inançlarını, hayat biçimlerini bir tarafa bırakarak sadece insan olarak ruhlarının en karanlık yerlerinde dolaşır, bize de aslında “hiçbirinizin bunlardan bir farkı yok, derine biraz daha derine inerseniz eğer aslında ruhunuzdaki karanlıkla siz de yüzleşebilirsiniz” diyor, hepsine eşit mesafede bir yerde duruyor.

Oysa dinci-milliyetçi Dostoyevski, yine Zweig’dan mülhem, “öfkeli bir put-kıran gibi Avrupa uygarlığının bütün tapınaklarına saldırmakta”, “Moskofça hoşgörüsüzlüğü bir hezeyan nöbetine dönüşmekte”, “yalnızca Rusların fikrinin doğru, büyük ve haklı olduğuna inanmakta”, “bir Amok gibi koşmakta, kendisine karşı koyan herkesin göğsüne hançerini saplamakta” ve her türlü tartışmayı sonunda ırk meselesine getirip dayandırmaktadır. Ona göre Ruslar her şeyden anlar, geride kalan herkes “dar kafalı”dır, “yalnız Rusya’da her şey iyidir.” İsa adındaki Tanrısı ile başı dönmüş bir “Orta Çağ rahibi” gibidir, katıdır, “tartışmaya gelememektedir.” Rusya’ya körü körüne bağlanmak kötü bir şey değildir! Ona göre, “Rusya akılla değil, inançla anlaşılır. Onun önünde diz çökmeyen herkes düşmandır, şeytandır.”

*

Elinde savaş borusu, durmadan üflemektedir.

Ona göre “kutsal sayılan değerler uğruna” girişilen savaş hiçbir zaman “felaket” değil, “...yüce bir amaç için, ezilenlerin kurtarılması için, çıkar gözetmeden, kutsal düşünce uğruna başlatılan bir savaş kirlenmiş zehirli havayı temizleyecek, ruhu iyileştirecek, utanç verici korkaklığı, uyuşukluğu ortadan kaldıracaktır...”

Bahsettiği savaş da tarihe “93 Harbi” olarak geçen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’dır.

*

Zaten “Bir Yazarın Günlüğü”nün önemli bir bölümü bu savaş arifesinde ve sonrasında yapılan tartışmalara ayrılmıştır.

Aslında Rusya’yı Osmanlı’nın üzerine biraz da başını Dostoyevski’nin çektiği Rus aydınları sürer.

Savaş sırasında iki keskin kampa ayrılır aydınlar. Bir gurup biraz “temkinli” olalım derken, Dostoyevski gibileri “daha ne güne duruyoruz bre aslanlar” diye haykırıyorlar. Daha savaş başlamadan aydınlar Osmanlı ve Avusturya İmparatorluklarını yıkmış, yerine Rus-Slav İmparatorluğunu çoktan kurmuşlar bile. Bu konuda hemfikirdirler, anlaşamadıkları tek konu İstanbul’dur! İstanbul’u bir türlü bölüşemiyorlar.

Bir grup aydın, mesele kesin çözüme kavuşuncaya kadar, İstanbul’un “geçici bir süre Türk egemenliğinde” kalmasını, daha sonra da “bütün Doğu halklarının ortak şehri olmasını” savunur.

Vay sen misin bunu diyen! Dostoyevski işte tam burada sırtında rahip cübbesi, eline Haçlı kılıcıyla ortaya atılır. Bre gafiller ne diyorsunuz siz!

“İstanbul er ya da geç bizim olmalıdır.”

Ona göre Rusya bütün Slav halklarının hamisidir. Ortodoksluğun koruyucusudur.

Şimdi İstanbul’u almanın tam zamanıdır. Başkent yine Moskova olacak ama “dünyanın en önemli yeri olan” İstanbul “eninde sonunda bizim olacak.” Bu ne bir ütopya, ne de histerik bir “hezeyan”dır. “Hasta Adam” yatakta inliyor, o “Rus kılıcıyla” son nefesini verdiğinde, İngilizler oraya dadanmadan “İstanbul bizim olmalı.”

Türkler İstanbul ve Anadolu’dan asıl yurtlarına, Asya steplerine sürülecek. Halifelik silah zoruyla değil, akıl yoluyla sonlandırılacak. Ortodoks Hıristiyan inancı şehirde yaygınlaştırılacak. Şehir ele geçirildikten sonra bir zamanlar Müslümanların Hıristiyanlara yaptığı şey terse döndürülecek, Müslümanların silah taşıması yasaklanacak.

Peki bu ne zaman olacak?

Daha ilk gün, kutsal Rus askerleri İstanbul’a girdiği gün, hep birlikte kutsal Ayasofya’ya gidilecek. Ayasofya’nın tepesindeki hilal indirilecek, yerine kutsal haç takılacak. O görkemli mabette ilk Hıristiyan duaları edildiği gün silah taşıma Hıristiyanlar için zorunlu hale getirilecek. Böylece şehirde düzen sağlanacak.

“İstanbul çok ünlü bir limana ve körfeze sahip, ‘yeryüzünün merkezi’ olduğu için” Rusların olmayacak... Rusya’nın olacak çünkü “Rusya artık kapandığı evinde boyu tavana değen, denizlerin, okyanusların özgür havasını içine çekmek için enginlere açılmak isteyen koca bir dev”dir ve çoktan İstanbul’u hak etmiştir.

Yunanlılar hiç heveslenmesin, “miras” diyerek İstanbul’u istemesin, zira “İstanbul sadece Yunanlılara bırakılamaz, onlara büyük gelir.”

Bu büyük şehir, ancak Rusya gibi büyük bir devin olabilir. Ayasofya’nın başındaki hilal inecek, “...İsa haçının yeniden Ayasofya'ya dikilmesi ve başında uzun zamandan beri Rusya'nın bulunduğu Ortodoksluğun son sözü olacaktır.”

*

Yukarıda sözünü ettiğim o muazzam romanları yazmış olan Dostoyevski sanatında, roman kahramanlarının ağzından zaman zaman “Tatar barbarlığından”, “ Müslüman vahşetinden” bahseder ancak hiçbir zaman belirgin bir “Türk düşmanlığı” yapmaz.

Ama dinci-milliyetçi Dostoyevski ise ağzına geleni söyler. Ona göre Türkler, “fanatik”, “gaddar”, “barbar” ve “zalim”dir. “Esirlere işkence yapar”, “kulaklarını ve çeşitli organlarını keser”, “ırza geçer”, “deri yüzer”, “kazıklara oturtur”. İslamiyet ise haşa bir “vahşet dini”dir.

Ruslar ise Bütün Avrupa milletleri içinde en medeni olanlardır. Rus askeri “şefkatli”dir, girdikleri Bulgar topraklarında Türklere hiçbir zulüm yapmamış, hatta ekmeklerini Türk esirlerle paylaşmışlar. Yerini yurdunu bırakarak İstanbul’a sığınan Müslüman muhacirlerin malları ve mülkleriyle ilgili olarak da bir Rus komutanın, “Mallar mülkler toplanacak ve bir köşede muhafaza altına alınacaktır. Tarlalar ekilecek, toplanan ürün, emeğin karşılığı üçte birlik bölümü alındıktan sonra Türkler dönene kadar depolanacak, onlara teslim edilecektir” dediğini aktarır.

*

Ortodoks-milliyetçi romantik Dostoyevski, yukarıda örnek olsun diye aldığım görüşleriyle günümüzün bir siyasi fikrin partizanlığını yapan, her yazısında sadece kendi görüşünün ve inandığı siyasi fikrin en doğru fikir olduğunu söylemekten bıkmayan köşe yazarlarına benziyor. O yazıları yazan adamın suratına baktığınızda, romanlarında insanlığa yaralarını gösteren o nezih edebi simayı göremezsiniz, tam tersine karşımızda savaş boyalarını sürmüş, sadece kendi milletini yüceltip geride kalan herkesi yerin dibine batıran “papaz kıyafetleri altında bir milliyetçi” görünecek size.

Onun bu halini değerlendiren Stefan Zwieg şunları söyler:

“Ona göre, ‘Her şeyden önce, herkes Rus olmalıdır’. Yeni dünya ancak o zaman başlayacaktır. Rusya, Tanrıyı kendi içinde taşıyan bir millettir; insanlığa son sözünü söyleyebilmek için bütün dünyayı kılıçla fethetmesi gerekecektir… Rus dehası, ona göre, her şeyi anlama, her türlü karşıtlığı çözebilme yeteneğini ifade etmektedir. Her şeyi anladıkları içindir ki Ruslar son derece hoşgörülü insanlardır… Rusya bazen İsa’dır, bazen Tanrıdır, bazen Büyük Petro’nun imparatorluğudur; aynı zamanda yeni Roma’dır, maddî ve manevî güçlerin birliğidir, imparatorluk tacı ile papalık tacının birleşmesidir, başkenti ise bazen Moskova, bazen İstanbul, bazen yeni Kudüs’tür.”

Büyük romancının bu hali, Zweig’ın yaptığı gibi birçok Batılı eleştirmen tarafından topa tutulmuş, keskin, kıyıcı eleştirilere tabi tutulmuştur. Başta çağdaşları Tolstoy ve Turgenyev gibi büyük yazarlar olmak üzere birçok düşünür, fikir adamı, yazar ve eleştirmen bu fikirlerine hiç itibar etmemiş, yüksek sesle karşı çıkmışlar. Ama sanatına, Nabokov gibi birkaç kişiyi dışında tutarsak, bütün zamanlarda tek laf eden bile çıkmamıştır. Romanları hep el üstünde tutulmuş, ona hep bir “peygamber” muamelesi yapılmıştır.

*

Milliyetçilik yalnızlıktır. Hiçbir milliyetçi başka bir ülkenin milliyetçisini sevmez. Diğer ideolojilerde böyle değildir. Mesela her ülkenin komünistleri birbirini sever. Liberalleri, İslamcıları hakeza... Dünyanın farklı ülkelerinde yaşasalar bile aynı dine mensup olanlar dindaşlarını sever, hatta farklı ülkelerin faşistleri bile birbirini severler. Ama hiçbir milliyetçi, kendisi dışındaki bir başka milliyetçiyi sevmez. Misal Türk sosyalistleri Kürt sosyalistlerine bayılır, Kürt İslamcıları Türk İslamcılarıyla aynı yolu yürür ama Türk milliyetçileri Kürt milliyetçilerinden, Kürt milliyetçileri Türk milliyetçilerinden nefret eder.

Allah’tan Dostoyevski’nin “Ortodoks-milliyetçi” fikirlerini serdettiği kitabı külliyatının içinde önemli bir yer tutmuyor.

Onu dünyanın en önemli yazarı yapan şey, bu kitabında dile getirdiği, hiç biri gerçekleşmeyen basit siyasi fikirleri değil, romanlarında anlattığı o derin kuyudur.

O kuyuya indikçe, dibindeki suda kendi aksimiz görünür bize. Bizi ona çeken şey de budur işte.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar