"Öbür taraftaki adam" ile oğlu!
Herkesin başına gelmiştir. Bazen uzun bir süreden beri görüşmediğimiz yakın bir arkadaşımıza “annesinin” veya “babasının” hal hatırını sorarız, hiç beklemediğim bir anda “rahmetlik oldu” cevabını alınca da öyle kalakalırız.
İlgisizliğe mi yansak, arkadaşımızı üzdüğümüze mi, aniden masaya ölümü getirdiğimize mi bilmez bir halde, öyle şaşkın, öyle eli ayağı birbirine dolaşmış, mahcup bir edayla abuk sabuk laflar eder durumu kurtarmaya çalışırız.
Bu kez de arkadaşımız bizi teselli eder, yine de mahcubiyeti uzun süre üzerimizden atamayız.
Bu duruma dair ilginç bir misal, Işık Öğütçü’nün “Orhan Kemal, Eşe Dosta Selam, Mektuplar” (Everest Yayınları) kitabında çıktı karşıma.
*
Orhan Kemal beş yıllık cezasını tamamlayıp hapishaneden çıktıktan sonra; hapishanede tanıştığı, mektuplaştığı, birbirlerine hikayelerini, romanlarını gönderdikleri Kemal Tahir’e yeni çıkan bir hikaye kitabını gönderir.
Kemal Tahir kitabı fevkalade beğenir. Bu kitabın mutlaka yabancı dillere çevrilmesini gerektiğini söyler ve “İstanbul’a gelen yabancıların hala (burnu halkalı harem kadınları, beli yatağanlı yeniçeri, kavuklu hadım ağaları) aramalarını istemiyorsak, pamuk ve zeytinyağı ihracından evvel, edebiyat eserleri ihraç etmeliyiz” der mektubunda.
12 Aralık 1949 tarihli mektubunun selam kelam bölümünde, “Pederinize de hürmetler ederim” der Kemal Tahir.
Orhan Kemal, iki gün sonra 14 Aralık 1949 günü Kemal Tahir’e cevap yazar. Mektup şöyle başlar:
“Sevgili kardeşim Kemal Tahir,
Mektubun beni ve yengeni ağlattı. Abdülkadir Kemali’ye, yani babama selamınız buna sebep oldu. Çünkü o kahraman adam, 20 Temmuz 1949’dan beri Ankara mezarlığının üçüncü sınıf bölümünde yatmaktadır.”
Bunun üzerine Kemal Tahir kısa bir süre sonra 21 Aralık 1949 günü Orhan Kemal’e bir mektup daha yazar.
Mektup şöyle başlar:
“Sevgili kardeşim Raşit Kemali,
Şair; ‘Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir,’ demiş. Abdülkadir Kemali Bey, sessiz yaşayan insanlardan da değildi. Nasıl olup da haber almadığıma ve sizi müteessir ettiğime şaşıp hayıflanıyorum. Aynı mevzuyu özür dilemek için bile olsa burada tekrarlamadığıma üzülüyorum.
(...) Babanız Abdülkadir Kemali Bey, ömrümde gördüğüm ilk siyaset mağdurudur.”
Abdülkadir Kemali, Kemal Tahir’in deyimiyle “sürgüne giden, güçlü kuvvetli, siyah gömlekli” bir adamdı, onu bir kitapçı dükkanında tanımıştı, henüz çocuk sayılırdı tanıştıklarında, bir kitabını imzalayıp vermiş, Kemal Tahir de o kitabı hayatının sonuna kadar saklamıştı.
*
Işık Öğütçü’nün babası Orhan Kemal’in mektuplarından derlediği kitap, Abdülkadir Kemali’nin oğlu Raşit’e (Orhan Kemal) sürgünde bulunduğu Suriye’den gönderdiği 17 Haziran 1933 tarihli bir mektupla açılıyor. Mektubunda oğluna hayat derslerini veriyor Kemali... 3 Ocak 1937 tarihli ikinci mektubunda ise evlenme hazırlığı yapan oğlu Raşit’e, “Elimizden gelen bir şey olmadığı için sizin düğününüze gereken yardımı edemeyeceğiz. Zor yıllar evliliğe ilk adım...” diyor, yine peş peşe öğütlerini sıralıyor ve “... siyasi şeylerden şeytandan kaçar gibi kaç. Namuslu ve çalışkan bir vatandaş olmak için gerekirse babanı dahi unut,” diyor.
*
Abdülkadir Kemali, “siyasi şeylerden” dolayı Suriye’ye kaçmıştı. Kemal Tahir’in deyimiyle, o büyük bir “siyaset mağduru”ydu.
Peki kimdi bu Abdülkadir Kemali?
Taha Toros, onu şöyle anlatır:
“İlk devre milletvekili, üç günlük bakan, İstiklal Mahkemesi’nin hem reisi hem sanığı, yaman bir hükümet eleştiricisi, güçlü bir gazeteci, 1930'larda Ahali Cumhuriyet Partisi'nin kurucusu, başkanı, din üzerine eserler yazan bir bilgin, bitkilerin şifasını inceleyen bir kamus yazarı, ceza hukukunda içtihatlara kaynak olan görüşleriyle uzman bir hukukçu ve yakın politika tarihimizin renkli siması ve dinlenmesine doyum olmaz bir hatibi...”
*
Abdülkadir Kemali, oğlu Orhan Kemal’in bir mektubunda anlattığı gibi, “her ne kadar Atatürk ve onun yanı başındakilerle birlikte Milli Mücadeleye katılmışsa da sonradan muhalefet ederek (Atatürk’e) karşı gelmiştir.”
İstanbul Hukuk Mektebi mezunudur. İflah olmaz bir ittihatçıdır. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra Talat Paşa onu gençler arasında bir örgüt kurmakla görevlendirir. Bu faaliyetinden dolayı Paşa’nın gözüne girer. Talat Paşa’ya o kadar bağlıdır ki, üçüncü çocuğu kız olduğu halde ona “Talat” adını verir.
İttihatçılar gidip İtilafçılar gelince onun da payına Bekir Ağa Bölüğü düşer. Hapishanedeyken “Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”nin adını bulur, altı maddelik tüzüğünü bizzat yazar, Hamdi Zeki adında bir arkadaşına Beyazıt’taki mühürcülerden teşkilatın mührünü yaptırır ve tüzüğü gençlerin cebine koymakla görevlendirir.
Hapisten çıktıktan sonra bir süre kaymakamlık yapar.
Birinci Cihan Harbi’ne subay olarak katılır, askerdeyken sonradan Orhan Kemal adını alacak olan oğlu Raşit Kemali dünyaya gelir. Memleketi Çukurova’nın işgali üzerine Milli Mücadele’ye asker yazılır. İstiklal Madalyası kazanır.
Birinci Meclis’te Kastamonu milletvekili olarak yer alır. Vekillerin oyuyla Adliye Vekili seçilir. Atatürk’e rağmen seçilmişti, vekillerin seçimi usulü değiştirilir, Abdülkadir Kemali Bey’in bakanlığı sadece üç gün sürer.
20 Kasım 1920 tarihinde yine vekillerin oyuyla Pozantı İstiklal Mahkemesi’nin reisliğine getirilir. Aynı yıl kurulan “Koçgiri Tahkik Heyeti”nde görev alır. Saha çalışmasından sonra Koçgiri hadisesini “siyasi bir isyan olarak” görmez, “kalkışma siyasi değil” der, o yüzden sanıkların vatana ihanetten yargılanmamaları gerektiğini söyler, çok kişinin hayatını kurtarır.
20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye adıyla ilk anayasanın kabulüyle birlikte Meclis’te fikir ayrılıkları oluşur. Birinci Grubun başında Mustafa Kemal vardır, Abdülkadir Kemali muhalefet olarak adlandırılan ikinci grupta yer alır. Özellikle Şükrü Kaya’nın Dahiliye Vekili olmasına karşı çıkar. Birçok konuda Mustafa Kemal’le fikir ayrılığına düşer.
Bunun üzerine İkinci Meclis’e giremez. O da Çukurova’ya çiftliğinin başına döner.
Adana’da “Mücahede”, “Toksöz” ve “Haksöz” isminde üç gazetenin imtiyazını alır, 1923 yılının sonlarına doğru tekrardan gazeteciliğe başlar. Muhalif yazılar yazar, bir makalesinden dolayı tutuklanır. Yazısında Türk devlet geleneğinde Hilafet-i İslamiye diye bir kurumun var olduğunu, bu kurumun başındaki zata karşı İsmet İnönü’nün hakaretamiz laflarını tasvip etmediğini yazar. Yargılanır. Savunmasında Cumhuriyet’e saygılı olduğunu, ancak İsmet İnönü’nün hilafetle ilgili “parçalarız” sözünü eleştirdiğini söyler, tahliye olur.
1924 yılından itibaren “Toksöz” gazetesini yayınlar. “Toksöz”ün logosunun altında “Mevki-i iktidar, rütbelerde ve sandalyelerde değil, yürüyen mefkûrelerdedir” sözü yazılıdır.
Toksöz’deki yazılarında Reisicumhur Mustafa Kemal’i, başvekil İsmet İnönü’yü, Halk Fırkası’nı, hükümeti, hükümete destek veren gazeteleri sert bir şekilde eleştirir, geleneksel değerlere sahip çıkar.
Ona göre Türkiye’de sınıflar yoktur. Türkiye’de tek bir sınıf vardır yönetici sınıf, geride kalan herkes “mağdur”dur.
Aynı yılın sonunda gazetesi “Toksöz” kapatılır.
13 Şubat 1925’te memleketin doğusunda Şeyh Sait hadisesi patlak verir. Kalkışma kısa sürede yayılır. Daha sonra tutuklanan Şeyh Sait ifadesinde, okuduğu şeriat kitapları ve muhalif basında çıkan yazıların kendisini isyana teşvik ettiğini söyler. Bunun üzerine memleketin önde gelen gazetecileri Eşref Edip, Velid Ebuzziya, Fevzi Lütfü, Sadri Ethem, Ahmet Emin Yalman, Suphi Nuri, Ahmet Şükrü, İsmail Müştak ve Abdülkadir Kemali tutuklanarak Diyarbakır’a götürülür. Yolda, eğer Mustafa Kemal’e birer telgraf yazıp pişman olduklarını, bundan sonra bir daha yazı yazmayacaklarını bildirirlerse af edilecekleri söylenir.
Abdülkadir Kemali telgrafı imzalamaz.. Diğerleri af edilir, o ise Ankara İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilir. Bir senet imzalatılır, bir daha siyaset yapmaması şartıyla dört ay sonra beraat eder.
Adana’ya döner, siyasetten elini ayağını çeker.
Ama siyaset bu, senette yazıldığı gibi durmuyor mübarek... 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulunca, Abdülkadir Kemali Bey de kolları sıvar. Ona göre bu fırka “güdümlü” bir fırkadır, emirle kurulmuştur, böyle muhalefet partisi olmaz, memlekete esaslı bir muhalefet partisi lazımdır! Bu amaçla “Ahali Cumhuriyet Fırkası”nı kurar. İstanbul basını partiye çok az yer verince sesini duyurmak için “Ahali” diye bir de gazete çıkarır.
21 Aralık 1930’da Ahali Fırkası gazeteyle birlikte kapatılır. Partinin kurucu üyeleri derhal tutuklanır, yakayı kaptırmayan Abdülkadir Kemali sınırı geçer, Suriye’ye kaçar.
*
Hikayenin bundan sonraki daha çok oğlunu ilgilendiren hazin kısmı, yukarıda sözünü ettiğim Işık Öğütçü’nün kitabında, o sırada Almanya’da bulunan Metin Özek’e Orhan Kemal tarafından yazılan bir mektupta var.
1954 yılında Almanya’nın Freiburg şehrinde bulunan Metin Özek, Orhan Kemal’e bir mektup yazarak kitaplarını Almancaya çevirmenin bir yolunu bulduğunu söyler. Bir Alman gazetesinde yayınlamak üzere “tafsilatlı” bir hayat hikayesini ister.
Bunun üzerine Orhan Kemal 26 Ağustos 1954 tarihli bir mektupla şahane bir kısa hayat hikayesini yazar. Bu hikayede en çok babasından bahseder. Babası Abdülkadir Kemali’nin “Atatürk’e olan muhalefetiyle” ilgili olarak şunları söyler:
“Haklı mıydı, haksız mıydı? Benim gibi hayatı boyunca ekmeğini alnının teriyle kazanmaya mecbur olmuş (Küçük insan)lar için bu pek önemli değil. O ve onun gibilerin mücadelesinden bizlere ne fayda vardı?” Babasının mücadelesinde muvaffak olup iktidara geçseydi durumları düzelir miydi diye sorar ve soruyu “sanmıyorum” diye cevaplar. Çok sonra, bir dokuma işçisi olarak bu soruyu babasına sorar, babası “Biz, mevcut kanunların daha iyi tatbik edilmesini, şahıs veya zümre tahakkümünün kalkmasını istiyorduk” cevabını verir.
Ona göre babasının mücadelesi beyhudeydi. “Babam, bu türlü mücadelelerle hayatı boyunca kendini harcadı. Ahali Fırkasını kurdu. Baştakilere çok sert hücumlar yaptı. Asla taviz vermeyen, sonunu düşünmeyen kıyasıya hücumlar. Tabi hücumları sadece sözde kaldı ve bir gün Suriye’ye geçiverdi.”
*
Babası sürgüne gittiğinde, Orhan Kemal ortaokulun üçüncü sınıfına pekiyi derecesiyle geçmişti. Bir futbol delisiydi. Babası gidince üzerindeki müthiş baskı kalktı, kendini baş döndürücü bir “hürriyet” içinde buldu.
“Babam benim için daima (Kalın kaşlı, iri korkunç gözlü, öfkeli, müthiş bir korku) oldu. Sırtımda kırılan bastonların haddi hesabı yoktur. Bunun için midir ne, babamın bütün yasaklarına rağmen mahalle ve okul arkadaşlarım daima fakir fukara çocukları oldu.”
Zengin çocuğu olmaktan hep utandı. Bu yüzden babasından hep dayak yedi. Bayram günleri yeni elbiseleri odunlukta çıkardı, eski püsküleri giyerek arkadaşlarının arasına katıldı.
“Babamın Suriye’ye geçmesi, baba evimin rahat ekmeğini de birlikte götürmüştü.” O güne kadar ekmek diye bir dertleri olmamıştı çünkü.
“Elde avuçta ne varsa satıldı, yendi. Bir taraftan polis takibi, öbür taraftan iyi gün dostlarının çekilivermesi, iğneli bakışlar, tarizler, kinayeler... O güne kadar her şeyi herkesten iyi bildiğine, tenkit edilmezliğine inandığım babamın arkasından savrulan küfürler, tenkit okları, şu, bu, beni gittikçe öbür tarafa yaklaştırdı. Öbür tarafa, yani her şeyi hoş gören, dostluk elini kolay kolay çekmeyen, kötü gün dostları fakir fukaranın tarafına.”
Babaları onları çağırıyordu. Ailecek bir akşamüstü trene binerler. Raşit trende uyuyakalır, gözlerini Halep’te açar, karşısında, “Babam. Kalın kaşlı, iri gövdeli müthiş korku...” Çoktandır unuttuğu “ilk azarını” işitir. “Halep’ten sonra Antakya, Hama, Humus, Trablusşam ve nihayet Beyrut!”
Burada babasının açtığı, “kendine yediremediği için hiç uğramadığı” lokantaya bulaşıkçı ve garson olur. Yaşı on altı, on yedidir.
Beyrut’ta fiyakalı bir hayatı olur. “Büyümüş adam olmuşum. Uzun pantolon giyiyor, sigara, kibrit taşıyorum.” Yediği ekmeği alın teriyle kazanıyor. Artık baba ekmeği yiyen “muhallebi çocuğu” değildir.
Bir süre sonra lokanta iflas eder. Bu kez matbaa işçiliği başlar. Rum bir sevgili edinir.
“Çok sonraları sözde tahsilime devam için döndüm memleketime. Memleketime ve arkadaşlarıma kavuşmanın sevinci. Tekrardan futbol... Fakat artık (Öbür taraftaki adamın oğlu)ydum. Herkes benden çekiniyor. Yurda kim bilir ne için geldim? Belki de babamın burdaki arkadaşlarına haberler getirdim, irtibat kuracağım. Öyle ısrarlı, öyle ciddi ciddi takip ediyorlar ki. Halbuki ben futbol oynamak, bol bol futbol oynamak, çok iyi futbol oynamak ve kaabil olursa (Milli Takım)a yükselmek amacıyla geldim. Başka hiçbir düşüncem ve ‘vazifem’ yok. Ama anlatamıyorum. Zaten soran da yok. Takip ediyorlar, ısrarla takip ediyorlar. Herkes yüzüme şüpheyle bakıyor. Sivil polisler futbol sahasının kenarından ayrılmıyorlar.”
O kış tekrar okula başlar. Okulda da aynı muamele... “Tersliyorlar, aksi aksi bakıyorlar, laf çakıyorlar. Hele bir gün –o gün okulla bağım tam manasıyla koptu- bilmem ne için okul müdürü müthiş bir öfke içinde bağırdı, çağırdı. Hızını alamamış olacak ki, ‘Sen dedi, bilhassa sen. Bir vatan haininin oğlu olduğunu unutma!’ Vatan haininin oğlu! Sarsıldım. Her şey altüst oldu kafamda. Boşalan bir zemberek gibi neler söylediğimi bilmiyorum. Çıktım gittim, gidiş o gidiş.”
Klüp onu dokuma fabrikasına yerleştirir, günde iki saat dokumacılık, haftada iki gün de antrenman.. Haftalar aylar, böyle geçer. Bir gün bir arkadaşıyla birlikte “futbollarını ilerletmek için” İstanbul’a gitmeye karar verirler. Mersin’den vapura biner tam dokuz günde meteliksiz bir halde İstanbul’a varırlar. Tutunamaz dönerler. Tekrar fabrikada işçilik. Aklı başında bir işçiyle tanışır. “Bana Gorki’yi ve ötekileri tanıtıyor.. Çünkü şiir kılıklı şeyler yazar, işçi kahvesinde arkadaşlara okurdum.” Adam macerasını, babasını ve mücadelesini biliyordu.
O sene fabrikada aşık olduğu, Boşnak güzeli Nuriye Hanım’la evlenir.
“Evlendiğimin senesi askere aldılar. Fakat, (öbür taraftaki adamın oğlu) olmaktan, (Fabrikada çalışmış, şiirler yazan, okuyan tehlikeli biri) payesinden kurtulamamıştım. Komutanlarımla takışmaktan gelen bir suç işleyerek askeri mahkemeye verildim. Beş yıl ağır hapis yedim. İlk zamanlar askeri cezaevinin çok kötü şartları altında yedi ay, geri kalan cezamı da sivil hapishanelerde geçirdim. Bu arada rastladığım çok kıymetli öğretmenler (Diplomasızlığın suç olmadığını) kendi kendime de pek ala yetişebileceğimi, hatta bunun çok daha verimli olabileceğini kafama soktular.”
Gerçek suçu, büyük bir “vatan haininin” şiirlerini askerlere okuyup onları “isyana teşvik” etmekti!
Bursa Cezaevindeyken bir gün o “büyük vatan hainini” de oraya getirdiler.
“Hele büyük bir şair, benimle canı yürekten ilgilendi. Üç buçuk yıl, tam üç buçuk yıl bir arada aynı hücrede kaldık.”
O şair Nazım Hikmet’ti!
*
Atatürk’ün vefatından sonra Reisicumhurluğa gelen İsmet İnönü, “bir daha Atatürk’ü eleştirmemeleri koşuluyla” bütün “Atatürk muhaliflerine” yurda dönüş iznini çıkardı.
Böylece Abdülkadir Kemali’nin sekiz buçuk yıl süren sürgünlüğü sona erdi. Yurda döndü, Bergama Ağır Ceza Reisi oldu. Bir süre sonra bu görevi bıraktı, 1946’da bir ara DP’ye girdi, oradan da ayrıldı.
1947 yılında “Ayırt-Çocuklarımın Din Kitabı” isimli bir kitap yazdı.
20 Temmuz 1949’da Ankara’da vefat etti.
*
Bazı babaların siyasi fikirleri oğullarının, bazı oğulların siyasi fikirleri babalarının hayatını karartır bizim memlekette.
Ancak... Babasından dolayı böyle bir hayat tecrübesinden geçmemiş olsaydı Raşit Kemali, acaba bugünün Orhan Kemal’i olur muydu? Cevabı zor bir soru...
- Üstat17 dakika önce
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?2 gün önce
- Kitapların kıymetini bilmek1 hafta önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 hafta önce
- Bir edebi eser olarak "Kapital"2 hafta önce
- Ne umdular ne buldular?2 hafta önce
- Savaş, barış, toplum2 hafta önce
- Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk3 hafta önce
- Çok yakın, yine de çok farklı4 hafta önce
- Flaubert ile Turgenyev'in ölümü1 ay önce