Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Adalet Ağaoğlu’nun 15 Temmuz günü yapılan cenaze törenine sadece ardından yazı yazanların tümü katılmış olsalardı, sanırım azımsanmayacak bir kalabalık oluşurdu Ankara Kocatepe Camii’nin avlusunda.

Bütün haberleri takip ettim, cenazeye katılan tek bir yazar, şair veya sanatçı adını saymadı haberciler. “Mühim şahsiyetler” kategorisine giren CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve birkaç CHP’li milletvekili dışında hiçbir “değerli şahsiyetin” adı çalınmadı kulağıma hiçbir haber bülteninde; mutlaka katılanlar olmuştur da haberciler isimlerini zikretme gereği duymamıştır belki de.

Belki de koronadandır; bu illet çıkalı beri doğru düzgün sevdiklerimizi bile kalabalıklar halinde uğurlayamıyoruz ebedi istirahatgahlarına.

Oysa öteden beri sanatçı, yazar, şair cenazeleri görkemli olur bizim memlekette.

*

Salah Birsel, “Yaşlılık Günlüğü” (Sel Yayıncılık) kitabında bazı yazar, şair dostlarının cenaze merasimlerinden bahseder. 7 Kasım 1984 günü uzun uzun, İstanbul Teşvikiye Camii’nden kalkan şair Ümit Yaşar Oğuzcan’ın cenazesine yetişmek için çırpınışını anlatır mesela.

Bostancı Çatalçeşme’de oturuyor o sırada Salah Bey. Evden çıkar, Şaşkınbakkal’a kadar bir dolmuşla gider. Şaşkınbakkal’da Taksim dolmuşuna biner, Taksim’de de Teşvikiye dolmuşuna... Bu yolculuk ona 450 liraya mal olur. Ancak cenazeye yetişemez. Camiye ulaştığında cenaze çoktan Zincirlikuyu Mezarlığına doğru yola çıkmıştır bile.

Taze ölüyü yeni kabul etmiş olan mezarlıkları sevmiyor Salah Bey, o yüzden cami avlusunda “deli danalar gibi” dolanır bir başına. Onun gibi geç kalan başka yazar arkadaşları da var demek, birazdan Necati Tosuner gelir bir arkadaşıyla. Fazla beklemezler onlar, bir taksi tutup Zincirlikuyu’ya hareket ederlerken ona da teklif ederler, ret eder derken nefes nefese Leyla Erbil girer avluya, o da geç kalmıştır. Oysa Leyla Hanım buralara yakın bir yerde oturuyor ama o sırada saatlerin bir saat geri alındığından haberi yok, öğlen namazını saat 1’de sanıyor. Hazır Leyla Erbil’i bulmuşken, yeni çıkan “Eski Sevgili” kitabından dolayı kutluyor onu oysa kitap eskidir, yeni baskı yapmış sadece, yerin dibine giriyor Salah Bey.

Soğuk, yağmurlu bir gündür. Dönüş yolunda kendi cenaze törenini düşünür. “Benim cenazeme kimseler gelmez” diye kaygılanır. Kendisi gibi, bir sürü arkadaşının yorucu yolculukları göze alarak cenazesine yetişmek için uğraşmalarını Ümit Yaşar’ın “herkese açık yüreğine” bağlar. Uzun, çok uzun bir süreden beri evine kapandığı için, bütün dostlarının kendisini terk ettiği vehmine kapılır Salah Bey ama hemen bir yığın yeni dostlar edindiğini düşünür. Bu yeni dostlar, okurlarıdır! Yine de hiçbir okur, yazarı ne kadar severse sevsin, kalkıp cenazesine gitmez ona göre.

*

“Öldük ölümden bir şeyler umarak” deyip “Şairin Ölümü”nü yazdı yaşarken Cahit Sıtkı Tarancı.

“Bütün bahçeler kilitli;

Anahtar Tanrıda kaldı.”

diyen şairin; günümüzün uzayan ömürlerini düşününce ömrü bir kelebek ömrü kadar gelir bize. Salah Bey, Ankara’dan kalkan cenazesine çok az kişinin katıldığını söyler aynı günlüğünde. Törende hiçbir politikacı yoktur. Ölümünün ardından çok güzel yazılar yazar dostları oysa. Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, “Cahit, hiçbir günahın kirletemeyeceği yaradılışta insanlardandı. Onun için düşmüş bir melek gibi yerini yadırgayarak yaşadı ve bizim görmediğimiz kanatlarından tutuşarak öldü.”

Ona göre “yaralı ceylan bakışıyla yaşadı” kısacık hayatını. Hastalıktan gözlerini açtığında her şeyi unutmuştu. Türkçeyi bu kadar güzel konuşturan şaire, Türkçeyi yeniden kelime kelime öğretmeye başlamışlar. Bunu duyunca içi burkulmuş Ahmet Hamdi’nin, “Talihin insanoğluna bundan zalim alayı olamazdı,” der.

Kısacık ömrünü hep mutsuz geçirdi şair, “sadece şiirle temas ettiği anlarda mesut olan insanlardandı Cahit” Ahmet Hamdi’ye göre.

Onun da “bir namazlık saltanatın” oldu “taht misali musalla taşında”.

*

Salah Bey, Behçet Necatigil’in cenazesine de katılır. Onun da cenazesi zehir gibi soğuk bir Aralık günü kalkar Şişli Camii’nden. Caminin avlusu hınca hınç doludur. “Ancak yıllar yılı yetiştirdiği öğrencilerini, şiirlerini sevenleri düşünürsek, Şişli Camii’ndeki kalabalık pek büyütülecek bir kalabalık değildi,” der Salah Bey.

Adalet Ağaoğlu cenazeye katılmak için Ankara’dan uçup gelir. Cevdet Kudret de cenazededir, bir ara Salah Bey’e yaklaşır, “Biz duruyoruz, o gitti” diyerek yürek acısını belirtir.

*

Ama mesela, bizde ilk özel gazete olan “Tercüman-ı Ahval” gazetesini çıkarmış, Batılı anlamda ilk tiyatro eseri olan “Şair Evlenmesi”ni yazmış, Fransızcadan ilk edebi çevirileri yapmış olan ve daha bir yığın yeniliğin öncüsü Şinasi’nin 13 Eylül 1871’de yapılan cenaze töreninde sadece 11 kişi katılır. Salah Bey’e göre, bunlardan biri Ebüzziya Tevfik’tir, geride kalan on kişi ise şöyle sıralanır:

Dört belediye çavuşu, mahalleden (Cihangir Sorma Gir Sokağı) yorgancı Raşit Ağa, Şinasi’nin teyzesinin damadı Şakir Bey, Tasviri Efkar başmürettibi Rıza ile kardeşi Rıfat, Hoca Kamil ve Tophane Müftüsü Bekir Efendi.

*

Cenazesi en kalabalık şairlerden birisi ise Orhan Veli’dir. Salah Bey’in deyimiyle “Bütün İstanbul cenazeye koşmuş”tu o gün.

Salah Birsel, “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu” kitabında Orhan Veli’yle 1941 yılının Nisanında “Nisuaz”da tanıştığını söyler. İkametgahı Ankara’dır şairin, İstanbul’a geldiğinde buraya uğramadan edemez.

Birsel, Orhan Veli’nin “uzun mu uzun boyunu, hallaç pamuğu gibi atılmış yüzünü, sarkık dudağını ve bobstil giyinişini gördüğü vakit bir zeka gerisiyle karşı karşıya olduğunu” sanır. Ancak görünüşe aldanmamak gerek, konuşunca onun “yaldır yıldır bir zeka taşıdığını” hemen anlar.

Orhan Veli o gün garsona tam 30 kuruş bahşiş bırakır ki, oraya giden herkesi kızdırır bu davranışıyla, zira Nisuaz’ın piyasasını bozar. O parayla Salah Bey bir hafta yiyip içebilir, daha çulsuz bir şair ise o parayla bir ay geçinir.

Muzip, nevi şahsına münhasır bir adamdır Orhan Veli. Adını üne kavuşturmak için geceyi gündüze katarak planlar düzdüğünü söyler Salah Bey. Gazetelere haber olmak için kırk takla atar. Mesela Kadıköy Halkevinde yaptığı gibi, konuşurken masaya boylu boyunca uzanır, bazen de Ahmet Hamdi’yle Sarıyer’de çıktıkları kayık safasında kayığı devirip denize düştüklerini, canlarını zor kurtardıklarını gazetecilerin kulağına fısıldar. Yanında Ahmet Hamdi yoksa nasıl haber olabilir ki gazetelere!

İstanbul’a geldiğinde dönemin meşhur fıkra yazarları Şevket Rado, Vala Nurettin, Nizamettin Nazif gibilerini mutlaka yoklar, kendisiyle ilgili bir yazı yazdırmadan yakalarını bırakmaz.

Salah Bey’e göre Orhan Veli’yi Orhan Veli yapan Nurullah Ataç’tır. 1937 yılından itibaren bu işi canla başla yapar Ataç. “Asil şiir” yazdığını söyler, oysa Orhan Veli’nin yakalamak istediği şiir “asil” değil, “saf ve basit” şiirdi.

Oktay Rifat ve Melih Cevdet’le birlikte bu “basit” şiirle edebiyat dünyasına bir bomba gibi düştüklerinde, ortama iki şiir anlayışı egemendir. Hece şiiri ile saf şiir... Yahya Kemal saf şiirin Tanrısıdır. Orhan Veli ve arkadaşları bu dünyanın kimyasını bozunca, iki grup da birleşir, saldırırlar onlara. Hatta Yahya Kemal hakaret bile eder. Ona göre şair okuyucuyu kendine “hayran bırakan” kişidir oysa Orhan Veli okuru “hayretler içinde” bırakıyor. Halbuki “hayret geçici, hayranlık uzun ömürlüdür. Şiirin gayesi, hayret ettirmek değildir.”

Gelin görün ki Nazım Hikmet de Orhan Veli’ye karşı Yahya Kemal’in beslediği duygular gibi sert olmasa da hafif “alaycı” hisler içindedir. 1944 yılında Bursa Cezaevi’nden Orhan Kemal’e yazdığı bir mektupta şunları söyler koca şair:

“Geçen gün elime Orhan Veli’nin ‘Vazgeçemediğim’ kitabı geçti. Eğlendim. Moris Şövalye gibi oğlan. Hani Moris Şövalye şarkılar söyler de sözde Paris havası yaratır. Bu da şehir esnafı ağzıyla, şehir külhanbeyi edasıyla şarkılar söylüyor. Ama Moris Şövalye nasıl operet bar, ‘şarkılı-kahve’ içinde kalıyorsa bu da öyle. Hani İstanbul’da büyük burjuvalar için bir eksantirik bar açılsa ve Orhan Veli orda, kırmızı kuşak sarıp, bol paça pantolon giyip şiirlerini, sazla okusa dehşetli sükse yapar, yahut bir filmde yapsa bu işi o da olur. Mamafih dedim ya, pekala eğlenceli şeyler. Kendine has minicik tatlı hüzünleri de yok değil.”

Orhan Veli, 10 Kasım 1950’de Ankara belediyesinin açtığı bir çukura düşer. Çıkar çukurdan, üstünü başını düzeltir, önemsemez, hastaneye gitmez, onun yerine İstanbul’a gider. Dört gün sonra, 14 Kasım Salı günü bir arkadaşının evinde öğlen yemeği yerken aniden fenalaşır, aceleyle hastaneye kaldırırlar, yapılan muayenesinde “alkol zehirlenmesi” teşhisi konar, ona göre tedavisi yapılır.

Hastalandığını duyan herkes hastaneye koşar, gidenlerden birisi de Ahmet Hamdi Tanpınar’dır:

“Daha orta mek­tebin birinci sınıfında talebem olan Orhan’ı Cerrahpaşa Hastanesi’nde son defa oksijen çadırının altında yarı çıplak, güçlükle nefes alır ve o kadar güzel hayallerini yakaladığı dünyamızı yalnız akı görünen gözlerin­den boşanırken gördüğüm günü hiçbir zaman unutamam. Şiirimize tatlı anlaşmazlığı ve lezzeti getiren zekâ, gözlerimin önünde kendisi olmaktan çıkmıştı.”

Akşam saat 20’de komaya girer, 23.20’de de henüz 36 yaşındayken vefat eder.

Otopside alkol zehirlenmesinden değil, beyin kanamasından öldüğü orta çıkar.

Öldüğünde cebinde Nisuaz’da garsona bahşiş verdiği miktarda 30 kuruşla birlikte “Gelirli Şiir”i çıkar.

“İstanbul’dan ayva da gelir, nar gelir

Döndüm baktım, bir edalı yar gelir

Gelir desem dar gelir

Anam anam

Dayanamam

Bu iş bana zor gelir”

Şairin ölümü, memlekette o günün en önemli haberidir. Yaşar Kemal, Adana Kadirli’de alır haberi, sokaklara çıkar, önüne gelene, “Biliyor musunuz, Orhan Veli öldü,” der heyecanla ancak hiç bir kasabalı umursamaz bu haberi. Orhan Veli kim ola ki?

Cenazesinin kaldırılacağı gün İstanbul’da bütün kitapçılar, şaire hürmetten kepenklerini indirir.

Beyazıt Camii’nin avlusu sabahın erken saatlerinden itibaren dolmaya başlar. Kimler yoktur ki?

“Ahmet Hamdi Tanpınar, Mazhar Şevket İpşiroğlu, Mina Urgan, Burhan Toprak, Rıfkı Melül Meriç, Asaf Halat Çelebi, Fikret Adil, Reşat Ekrem Koçu, Nizamettin Nazif, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Sabahattin Kudret Aksal, Münir Süleyman Çapanoğlu, Feridun Fazıl Tülbentçi, Behçet Kemal Çağlar, Hüsamettin Batak, Abdülbaki Gölpınarlı, Orhan M. Arıburnu, Rıfat Ilgaz, Sinan Korle, Cavit Yamaç, Fahir Onger, Rakım Çalapala, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Bedri Rahmi, Eren Eyuboğlu, Sabri Berkel, Cemal Tollu, Agop Arad, Nuri İyem, Halil Dikmen, Necmi Rıza, Ercüment Behzat…”

*

Yaşadığı sürece hiçbir risk almadan rahatına bakmış “eski toplumun ağıtçısı” Yahya Kemal, cenaze törenine katılıp katılmama konusunda kararsızdır. Önce gitmeye karar verir, sonra bu fikirden vazgeçer. Vazgeçme gerekçesini de yakın arkadaşı Cahit Tanyol şöyle açıklar:

“Şimdi benim bu cenazeye gitmemi istismar ederler, sömürürler. Belki de gazeteler Yahya Kemal de cenazede vardı diye yazarlar. Ve bu onların şiir anlayışları için reklam olabilir.”

Ölen şairin cenazesine “reklamı olmasın” diye gitmez Yahya Kemal.

O törenin üzerinden tam 70 yıl geçti. Orhan Veli, o günden bugüne “Urumeli Hisarı’nda tutturduğu türküsünü” söylemeye devam ediyor, üstelik Yahya Kemal’in “reklamı” desteği olmadan.

*

Adalet Ağaoğlu’nun cenazesi diyordum... Kocatepe Camii’nin avlusu insanlarla hınca hınç dolu olmasa da, Ankara semalarını dolduracak kadar “pörsümüş bir dünyaya kahreden” “durlanmış kelimeler” eşlik etmiştir ona.

Kulak verenler duymuştur; onları var etti diye hep bir ağızdan salavat getiriyorlardı ardından.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar