Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Tam altı ay sonra bugün, evime yakın bir yerde bulunan İstanbul’un büyük alışveriş merkezlerinden birisine gittim. Yüzümde maske, aklımda mesafe, bismillah diyerek girdim içeri.

Bundan altı ay önce iğne atsan yere düşmez içerisi, biraz önce dağılmış bir miting alanı kadar tenhaydı bugün.

Bir tek, bilgisayardan, cep telefonuna, adım ölçerden nabız tutara, elektronik kalemden, sualtında çalışan saate kadar cümle elektronik alet satan ısırılmış elma dükkanının önü kalabalıktı, müşterileri sırayla alıyorlardı içeri. Demek millet her şeyden vazgeçebiliyor, sadece bu dükkanda satılan aletler olmadan hayatını idame ettiremiyordu.

Kalabalıktan sakınarak birkaç metre uzakta bulunan kitapçıya girdim. Oh be hayat varmış! Kitapçı bomboştu.

*

Yıllardır aynı kitapçıya girip çıkıyorum. Kapıdan girer girmez tam karşıdaki rafa, tam da benim istediğim kitapları diziyorlardı daha önce. Bu kez de oraya yöneldim ama raf değişmişti. Şimdi gazetecilerin yazdığı, günlük siyasete dair kitaplar ile her dönemde revaçta olan “kişisel gelişim” kitaplarına ayrılmıştı raf. (Bireyin mumla arandığı toplumun en çok okuduğu kitaplara bak! Kişisel gelişim...)

Benim sevdiğim kitaplar hiçbir “gelişim” kategorisine girmiyor galiba. Daha çok edebiyatla ilgiliyim ben ama ilgilendiğim rafın önünde iki delikanlı durmuş, birisi hiç konuşmuyor, öteki durmadan ona malumatfuruşluk yapıyordu. İster istemez duyuyorum konuştuklarını. Orhan Kemal’den bahsediyor, Yaşar Kemal’den, Orhan Pamuk’tan, Oğuz Atay’dan, Ahmet Hamdi’den ve başka yazarlardan... Dinleyen de dinliyor valla... Efendim bu ülkenin en büyük romancısı Oğuz Atay’dır ama onun da ustası Ahmet Hamdi’dir (Bak sen!), Orhan Pamuk “Kafamda Bir Tuhaflık” romanıyla kentlerin ve “devrimcilerin” (Allah Allah!) dönüşümünü anlatmış da, Orhan Kemal ile Yaşar Kemal arkadaşmışa (Orası doğru) kadar bir yığın bilgiyi, sus pus onu dinleyen arkadaşının kafasından aşağı boca ediyor.

Etrafta korona kol geziyor, illetten korktuğum için onlara fazla yaklaşamıyorum ama bir an önce işgal ettikleri rafın önünü boşaltsalar da ben de oradan nasiplensem diyorum, zira benim ilgilendiğim kitaplar orada. “Gençler çekilir misiniz, ben de oraya bakmak istiyorum” da diyemiyorum. Allah korusun, insan bu belli olmaz, böyle benim de sevdiğim yazarlardan böyle tatlı tatlı söz eden delikanlı, aniden sinirlenebilir, tatsız bir laf edebilir, neme lazım en iyisi biraz daha “tarih, biyografi, deneme” rafının önünde vakit geçirmek.

Azra Erhat’ın, “En Hakiki Mürşit, Gülleyla’ya Anılar” (İş Kültür Yayınları) kitabını aldım raftan.

Azra Hanım’a kadar “Homeros Destanı”nı başkaları da Türkçeye çevirdi ama onun A. Kadir’le yaptıkları çeviri en muhteşemidir, birkaç çeviri mükafatını almış. Eski Yunan ve Roma dilleri uzmanıdır, “Mitoloji Sözlüğü”nün yazarıdır, filologtur, arkeologtur, mütercimdir, velhasıl mühim bir alimdir. “Mavi Yolculuk” teriminin isim anasıdır. Hümanizm fikrinin Türkiye’de öncülerinden sayılır. Halikarnas Balıkçısı, Selahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol’un arkadaşıdır. Atatürk’ü görmüş, mavi gözleri onu büyülemiş, söylediği her şeyi kendine buyruk telaki etmiş, Orta Asya’dan aranan “genesis”in yerine köklerimizi “Anadolu’da aramış”, o fikrin öncüleri olan “Mavi Anadolucular”ın başını çekmiş birisidir Azra Erhat.

Herhalde onu yeterince “Kemalist”, sıkı bir “Atatürkçü” olarak görmediler, o yüzden kendilerine daha sıkı “Kemalist, Atatürkçü” diyen darbeciler 12 Mart’ta onu da tutukladılar, dört ay Maltepe Askeri Cezaevi’nde yatırdılar, kendi hayat hikayesini o mahpus günlerinde yazmayı düşündü, yeğeni “Gülleyla”ya hikayeler anlatarak başladı yazmaya hatıratını, benim bugün aldığım kitap, dört bölüm olarak yazmayı planladığı anılarının ilk bölümüdür ki burada çocukluk ve gençlik anıları vardır.

Cezaevinden çıktı, yazmayı sürdürdü, hatıratını bitirmeden de öldü Azra Hanım.

*

Kitap elimde bunları düşünürken, nihayet edebiyat rafının önünü boşalttı öğreten adam ile arkadaşı... Yaklaştım, gözüme ilk çarpan “Latife Tekin Kitabı” (Can Yayınları) oldu. Pelin Özer on beş yıl önce yazmış, yayınevi yeniden basmış kitabı. Yazarı kitabını, “yarım bir hayat hikayesi” olarak tanımlıyor. Gazeteciliğe ilk başladığım 80’li yılların sonunda edebiyat dünyasının yeni yıldızıydı Latife Hanım, kültür sanat sayfasına haberler yapıyordum Güneş Gazetesinde, röportaj teklifimi geri çevirmişti, çok üzülmüştüm.

1983 yılında “Sevgili Arsız Ölüm” adıyla ilk romanı yayınlandı. Nihayet Türk edebiyatında da “Büyülü gerçekçiliğin” bir temsilcisi oldu dendi. “Gece Dersleri” 1986’dani yayınlayınca çatlak profesör Yalçın Küçük; Mehmet Eroğlu, Ahmet Altan’la birlikte onu da “yüksek bir yere” astı, ona göre o dönemde çıkan kitaplar “küfür romanları”ydı. Bir panel hatırlıyorum Şan Tiyatrosu’nda. Yalçın Küçük bu yazarlara verip veriştirdikçe kitle coşuyor, ellerine geçirseler o üç yazarı o saat “Çav Bella” marşı eşliğinde linç edecek kadar kararlı bir “devrimci duruş” sergiliyorlardı. O sırada Hasan Cemal önderliğinde Cumhuriyet gazetesine çöreklenmiş “Neo-Kemalistler”, her dönemde çanlarına ot tıkadıkları Marksistlere küfür ediyor diye, yazdıkları köşelerden kadına bazokayla ateş ediyorlardı. Oysa yazdıklarını hiç anlamamışlardı. Kadının derdi sadece konuşmaktı. O zamana kadar, konuşmayı devletle mensubu oldukları örgütler yasaklamıştı çünkü. Kaçacak hiçbir yeri yoktu genç yazarın edebiyatın şefkatinden başka. Ona sadece Murat Belge sahip çıktı, zaten her dönemde onun “vicdanı” gibi bir vicdan vardır bu memleketin bir yerinde, umut da o yüzden vardır. Neyse uzun hikaye, muhtemelen elimdeki kitapta o günlere dair bir şeyler vardır diye heyecanlanıyorum.

İlk üç romanından sonra belki de damağımda bıraktıkları o tat bozulmasın diye diğer kitaplarını okumadım Latife Hanım’ın. Hiçbir önyargım yok ona karşı, hatta çok iyi bir yazardır bana göre ama işte bazı yazarları hiçbir sebep yokken terk edebiliyor bazı okurları. Okur vefasızlığı belki de...

*

Ve sıra geldi Wiliam Faulkner’a... “İki Hamlede Zafer” (YKY) duruyordu karşımda. Bende Türkçede çıkmış bütün kitapları var. Bu kitap yeni olmalı. Karıştırdım, çok eskiden 1952 yılında, henüz Türkiye’de Faulkner’in varlığından pek az kişi haberdarken hikayelerinin bir kısmını Talat Sait Halman “Duman” adıyla çevirmiş, Varlık Yayınları da basmıştı. İşte o hikayelere şimdi Ünal Aytür yenilerini eklemiş, böylece yazarın bütün “polisiye hikayeleri” bir araya gelmiş, şimdi elimdeki kitaba dönüşmüştü.

Tereddütsüz aldım.

*

Faulkner’ın romanlarıyla rahmetli Mehmed Uzun tanıştırmıştı beni. “Döşeğimde Ölürken’i oku” dedi ve gerisi geldi. Sonra Mehmed Diyarbakır’da vefat etti, ben de çalışma odasında kalan evraklarını karıştırırken, çekmecesinde Varlık Yayınları’nın 1963 yılında “Dünya Klasikleri” serisinden çıkardığı “William Faulkner, Hayatı, Sanatı, Eserleri” adında küçük boy, yıpranmış eski bir kitap buldum. Kitabın sayfaları sararmış ve hemen hemen her satırının altını Mehmed Uzun özenle çizmişti kırmızı kalemle.

Sayfaları birbirine karışmış, özensiz basılmış o küçük kitabı, o günden beri kaç kez elime aldım bir ben bilirim. Belli ki Talat Sait Bey, bu büyük yazarın, diğer yazarların yanında “üvey evlat” muamelesi görmesine pek içerlenmiş, bu küçük kitapla onu bizlerle tanıştırmaya karar vermiş. O bu küçük kitabı yazdığında, Faulkner’in en önemli dört romanı “Ses ve Öfke”, “Absalom, Absalom”, “Döşeğimde Ölürken” ve “Ağustos Işığı” henüz Türkçeye çevrilmemişti.

“Ses ve Öfke"yi 1965 yılında Rasih Güran çevirdi Türkçeye. Başka bir yazıda hazin hikayesini anlatmıştım, olur da SBKP 20. Kongresinde Yoldaş Kruşçev, Ulu Önder Stalin’in aslında büyük bir “yoldaş katili” olduğunu söylemesiydi, belki de Rasih Güran bu romanı Türkçeye çevirmeyecekti. İnançlı bir komünistti Rasih Bey, Kruşçev o ünlü konuşmasıyla “Stalin’in bir cani” olduğunu bütün dünyaya ilan edince, o da kendini kandırılmış hisseti, bir anda bütün hayalleri yıkıldı, “sarsılmış imanıyla” uzaklaştı komünizm fikrinden ve kendini edebiyat tercümesine verdi. Aynı yıl Murat Belge de “Döşeğimde Ölürken”i çevirdi. Hani eli kalem tutan herkesin içinde bir romancı yatar ya, yanılmıyorsam Murat Belge de Faulkner’la tanışınca roman yazma fikrinden vazgeçti. Muhtemelen “başarısız birkaç roman yazacağıma, bu muhteşem romanları Türkçeye çevireyim, edebiyata daha büyük bir hizmet etmiş olurum” diye düşündü, “Döşeğimde Ölürken”den sonra “Ağustos Işığı”nı ve “Ayı”yı çevirdi. Diğer kitapları da başka çevirmenler tarafından Türkçeye kazandırıldı, şimdi Türkçede neredeyse külliyatı var Faulkner’in.

*

“Şunu anladım ki yaşamanın her türlüsüyle yazmanın her türlüsü arasında kapatılmaz bir uçurum uzanır: Yaşayabilenler yaşar, yaşayamamanın acısını çekenler de bu acıyı yazarlar.”

Yazarlığın kıskanç bir iş olduğunu erken keşfetti Faulkner. O yüzden çalıştığı işten kovuldu. Bir arkadaşı “sponsor” oldu, ilk şiir kitabını 24 yaşında çıkardı ancak kitabın kapağında bir dizgi yanlışı vardı, “Falkner” olan soyadı yanlışlıkla “Faulkner” olarak çıkmıştı. Telefon rehberinde, kütükte adı öyle kaldı, bu imla hatasında da “Faulkner” diye bir yazar doğdu.

*

Yirminci yüzyıl bütün insanlık için acımasız, kanlı, felaketlerle dolu bir yüzyıldı. Hiçbir yazar çağını allak bulak eden bu felaketleri Faulkner’ın yaptığı gibi yaşayıp onları yazıya dökmedi. Düşkün ruhların yazarıydı ama amacı o ruhlardaki saflığı arayıp bulmaktı. Ona göre yirminci yüzyıla ‘lanete uğramış ölümsüzlük ve ölümsüz lanet’ hakimdir; yeni çağ ‘dünyanın köhne ve felaketli rahmi’nden doğmuş bir canavar gibidir. Tarif ettiği Dante’nin Cehennemi gibi bir yerdir. Bu çağın insanı ateş çemberi içinde kıvranan bir akreptir, çemberi kırıp dışarı çıkamadığı için de çırpınır, kıvranır sonunda kendini sokup öldürür. İyi olan, erdemli olan, değeri olan, güzel olan her şey çemberin dışındadır çünkü.

Talat Sait Halman’a göre Faulkner insanlardan iğreniyordu ama insanlığı seviyordu. Yirminci yüzyılın düşkün insanını değil, mertliğin, onurun, aşkın ve fedakarlığın hakim olacağı bir insanlığı özlüyordu. Çünkü çevresinde gördüğü insanlar lanetlenmişti. Lanet kaderdir, o yüzden herkes günaha girmeye mahkumdur. Bütün roman kişileri “kaderin iradesiz köleleri”dir. İradesiz köleler, ortaçağda, günahlarından kurtulmak için birbirlerini kamçılayarak diyar diyar dolaşanlar gibi, kendi çektikleri ve başkalarına verdikleri azabı ölünceye kadar yaşamaya mahkum olurlar. Ama böyle bir işkenceye dayanma gücü pek az kimsede vardır. Bu yüzden, kaderlerini ve düşman çevrelerini değiştirmeyen insanların çoğu, kapana kıstırılmış yaratıklar gibi azgınlaşıp saldırırlar, yakıp yıkarlar.

Ona göre günümüz dünyasında kahramanlar yok artık, yalnızca suçlular, kurbanlar ve lanetliler vardır. Yazarın görevi insanlığa kötülüğü hatırlatmaktır, hatırlatmalı ki kötülük düzeltilsin, değiştirilsin. İnsan Tanrı inancından ve toprak sevgisinden uzaklaşmıştır. “İnsan toprağın değil, toprak insanın sahibidir,” oysa. Tanrı toprağı miras yoluyla birilerine geçsin diye değil ortaklaşa ve bütünlüğü bozulmamış olarak kalsın diye yaratmış, buna karşı istediği tek şey, merhamet, alçakgönüllülük, tevekkül, dayanma, bir de ekmek uğruna alın teridir. Çağımızın insanı toprağa ihanet ettiği için, Tanrıdan da uzaklaşmıştır. İnsanoğlu tabiata, toprağa ve Tanrıya kalleşlik ederek alınyazısındaki laneti kendi eliyle yaratmıştır. İşlediği suç ve günahlar kendi yıkımını getirmiştir. Bu yıkımdan kurtulmak kolay değildir.

Yazarın görevi bütün insanlığın çilesine ortak olmalı, onu anlatmalı, yeniden yaratmalı. “Sadece ahmak üzülmez, sadece aptal unutur,” çünkü. Bir hiç olarak geldik dünyaya, bir hiç olarak gideceğiz. O yüzden dünyadaki bütün savaşlar anlamsız, zaferler de solda sıfırdır. İnsanın tek bir zaferi vardır: Ölümlü dünyada ölümsüzlüğe erişmek için, şefkat ve fedakarlığa, mertlik ve onura, merhamet ve sevgiye dört elle sarılmak.

*

1949 yılında Nobel Edebiyat Ödülü aldı Faulkner. Herhalde Nobel tarihinin en kısa konuşmasını o yaptı. Birkaç paragraflık konuşması şu paragrafla bitiyordu:

“İnsan ölümsüzdür, bütün yaratıklar arasında yalnız onun tükenmez bir sesi olduğu için değil, gönlü olduğu için, ruhunda şefkat ve fedakarlık, sabır ve dayanma gücü bulunduğu için. Şairin ve yazarın görevi işte bunları yazmaktır. (...) Şairin sesi, sadece insanı yansıtmakla yetinmemelidir; o ses, insanın hem kalımlı olmasına, hem hüküm sürmesine yardım eden desteklerden, direklerden biri olabilmelidir.”

*

Yazı bitti, şimdi “İki Hamlede Zafer” zamanı...

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar