Leyl, Leyla ya da Allah'ın yemini!
Allah, Kuran-ı Kerim’in “Leyl” suresinde daha önce yapmadığı bir şeyi yapar; yemin eder! Her şeyi örten geceye, her yeri aydınlatan gündüze ve erkek ile dişiyi yaratana ant olsun ki!..
Sure adını “geceden” alır. İnsanın iki zıt huyundan, cömertlik ve cimrilikten bahseder Allah; imanla cömertlik ve imansızlıkla cimrilik arasındaki ilişkiye dikkat çeker.
“Leyl” kelimesinden türemiş “leyla”ya yüklenen anlamın, edebiyata, şiire, aşka bu kadar çok konu olmasının bu “yeminle” ilişkisi var mı bilmem ama Arapçanın ve Farsçanın ve Türkçenin ve Kürtçenin en güzel kadın isimi “Leyla” hayatımıza girdiği andan beri en çok şiire, en çok şarkıya, en çok aşka konu olması sebepsiz olmasa gerek.
Her şairin bir “Leyla”sı vardır mutlaka, ama o “Leyla” çoğu zaman var olan birisi değil, herhangi birisidir. Ama neylersiniz işte, Mecnun olmasaydı Leyla’nın adını bilmezdi kimse.
*
Kürtçede isim olarak “Leyla”dan çok “Leyl” vardır özgün haliyle… Hayata selam çaktığım andan beri hep en yakınımda gördüğüm dayımın karısının adı “Leyl”di, hitap ederken “Leylê” derdik biz ona.
Yüzüne dökülmüş kınalı zülüflerini hiç toplamazdı oradan. Biçimli burnunda sallanan bir hızma gezdirirdi arada bir perçemine değen.
Hepimizi o sünnet etmişti. Biz ki sünnet hatırası olmayan çocuklarız. Üç günlükken yaparmış Leyl o işi, kuşağının arasında sakladığı küçük, keskin makası tek tıbbi cihazıydı.
Bir kızamık salgını sırasında babam istemediği halde kaçtım şehirden, gittim köye. Kızamığa yakalandım varışımın ikinci gününde. Şairin tarif ettiği gibi bir sıcak vardı köyde. “Sıcak, sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı.” Sivrisinekler kaplamıştı semayı. Çeltik tarlalarından yükselen kurbağa viyaklamalarına sivrisinek vızıltılarına karışmıştı. Dayımın evinde, ateşler içinde, çardak altındaydım, ölüm yoklayıp yoklayıp gidiyordu. Leyl yemin etmiş, çaresiz annemim çaresi olmuş, başucumdan ayrılmamıştı. Dua ediyor, havlu ıslatıp koyuyormuş alnıma, dua ediyor, bileklerimi sirkeyle ovuyormuş. Dua ediyor, dua ediyordu… Bir hafta sonra kendime geldiğimde, annemin yüzünün yanında onun merhametli yüzü vardı; zülüfleri, burnundaki hızması duruyordu karşımda.
Ölüm meleğini, sanırım hayat meleği Leyl kovdu başımdan.
*
Tevfik Fikret’i babasının esir pazarından satın aldığı Sudanlı bir köle kadın büyütür. “Siyah Bacı” şiirinde onu anlatır, şiir şöyle başlar:
“Benim siyah bir bacım var,
Adı Leyla!
Gözü şehla.
Kollarında ellerinde,
Saçlarının tellerinde,
Pullar, inciler parıldar.
Dilber bacı, Anber bacı
Yatayım, akşam olsun da
Siyah bacımın kolunda.”
*
“Gece, Leyla’yı ayın on dördü
Koyda tenha yıkanırken gördü”
Salah Bey’in demesine göre Yahya Kemal, “Leyla’nın uğradığı nazardan” adını alan ve bu iki beytiyle başlayan meşhur şiirini Kıbrıslı Mehmet Paşa yalısında yazmış. 1912 yılında “mektepten memlekete döndüğünde” bu yalıya sık sık sık gelir, haftalarca, aylarca kalır, her “ayın on dördünde” de yalı halkına şiirlerini yüksek sesle okumayı pek severmiş.
“Nazar” şiirinde koyda yıkanırken gördüğü kıza “Leyla” adını koyar şair. Leyla “ayın on dördünü” kıskandıracak bir güzelliktedir. Şaire göre güzel ve aşık olunacak kadına başka isim aramaya gerek yok, “Leyla ile Mecnun”dan beri güzel kadının adı “Leyla”dır zaten.
Uzun şiirde anlatılan Leyla’nın sonu trajiktir, biraz da “Leyla ile Mecnun” hikayesiyle benzerlik taşır, şiir şöyle biter:
Nice günler bu seametli ölüm,
Oldu çok kimseye bir gizli düğüm;
Nice günler bakarak dalgalar,
Dediler: “Uğradı Leyla nazara!”
Nazım Hikmet; mektepte hocası olan ve ressam annesi Celile Hanım’a aşık Yahya Kemal’in bu şiirine karşılık, 1925 yılında, henüz 22 yaşındayken “Ayağa Kalkın Efendiler” şiirini yazar ve Yahya Kemal’i “kadın teninden yararlanmaya çalışan şehvet düşkünü” birisi olarak tasvir eder:
Behey!
kaburgalarında ateş bir yürek yerine
idare lambası yanan adam!
Behey armut satar gibi
san’atı okkayla satan san’atkar!
Ettiğin kar kalmayacak yanına!
soksan da kafanı dükkanına,
dükkanını yedi kat yerin dibine soksan;
yine ateşimiz seni yağlı saçlarından
tutuşturarak
bir türbe mumu gibi
damla damla eritecek!
Çek elini san’atın yakasından çek!
Çekiniz!
Bıyıkları pomadalı ahenginiz süzüyor gözlerini hâlâ
“koyda çıplak yıkanan Leyla’ya” karşı!
Fakat bugün ağzımızdaki ateş
borularla çalınıyor
yeni san’atın marşı!
Yeter artık Yenicami tıraşı,
yeter!
Ustası “Leyla” şiirini yazar da “çırak” durur mu? “Nasılsa Yahya Kemal gibi şiir yazamam” deyu şiiri bırakıp romana geçen, -iyi ki de geçen-, Yahya Kemal şeyh olsa dergahında mürit yazılmaya çoktan hazır, talebeliğinde onun “düello” mektuplarının postacılığını yapan, ustası hastalandığında hastanede idrar şişesini başının üzerinde taşıdığı söylenen Ahmed Hamdi Tanpınar’ın “Leyla”şiiri ise şöyle başlar:
Bu akşam rüyamda Leyla’yı gördüm
Derdini ağlarken yanan bir muma;
İpek saçlarını elimle ördüm,
Ve bir kemend gibi taktım boynuma
Bu akşam rüyamda Leyla’yı gördüm
Onun şiiri ustasınınki gibi trajik bitmez ama. Onun da anlattığı Leyla ile Mecun hikayesindeki Leyla’dır aslında, şiir şöyle devam eder:
Leylâ...
Ela gözlü bir çöl ahusu
Saçları bahtından daha siyahtır.
Kurmuş diye sevda yolunda pusu
Döktüğü gözyaşı, çektiği ahdır.
Leylâ...
Ela gözlü bir çöl ahusu.
Bir damla inciydi kirpiklerinde,
Aşkın ızdırapla dolu rüyası
Bir başka güzellik var kederinde
Bir başka âlem ki ruhunun yası
Sessiz incileşir kirpiklerinde.
Ve “evlerin şairi” Behçet Necatigil ki “Üzgünün Leyla” dizesinin mucididir- onda nice nice Leyla vardır: Aşık olunan Leyla, endamına şiirler yazılan Leyla, terk edilen Leyla, terk eden Leyla, uğruna Mecnun olunan, çöllere düşülen, diyar diyar gezilen Leyla…
“Sevda Peşinde 1” şiiri şöyledir:
Ben artık bulunduğun şehirden gittim,
İnsan kuş misali.
Sen hâlâ O kalabalık evde olmalısın,
Gelip gidenin çok mu bari?
Üzgünüm Leylâ,
Dünya hâli!
Dünya hali
Seza Karakoç ise “Leylâ Köşesi”nden bakar meseleye, “Bir de bakalım Leyla köşesinden/Aşkın kadın adlı penceresinden,” diyerek Leyla’ya bazı idealler yükler ve onu yeniden yorumlar. Hem dünya hem de ahiret “dirilişi” Leyla’yla başlar kudretli şaire göre.
Ahmed Arif ise çok uzun süre umudunu kesmedi Leyla’sından… “Leylım leylım” diyerek beklemeye karar verir;
“Ayvalar, nar olanda
Sen bana yar olanda.
Belalı başımıza
Dünyalar dar olanda,” ya kadar ama boşuna...
*
Şairlerin, aşıkların dilindeki, hayatlarındaki “Leylalar” her zaman somut bir varlık olmayabilir. Hatta çoğu zaman aşka karşı duyarsız, cefa çektirmeyen, mağdur ve hatta herhangi birisidir Leyla.
Bir süre önce Ahmed Arif’in “Leyla”sını yazınca bir okur yazının altına “Bir yazınızda da Neşet Ertaş’ın Leyla’sını yazsanız ne güzel olur,” diye bir not düştü. Ben de türkülerinde “Leyla”nın bu kadar yer bulmasının esbab-ı mucibesine baktım abdalın…
Evet abdalın bir Leyla’sı var ama hikaye sanırım bilindiği gibi değil. Bir pavyonda karşılaşmış onunla. Babası, ustası Muharrem Ertaş’ın ondan dargın ölmesine sebep olmuş. Ustası istemediği halde onunla evlenmiş, çocuk yapmış ama gerçek adı Leyla değil onun.
“Leyla” bir değil ki…
Hepimiz ulaşılmaz bir saz virtüözü biliriz ya abdalı, aslında değilmiş. Asıl aleti kemanmış, kemanı sazdan daha iyi konuştururmuş aşık. Ama kimseye keman çalmaz, bir tek ona, sadece Leyla’ya...
Bolulu bir “cingen” kızıdır Leyla. Ankara’da bir pavyonda çıkar yoluna aşığın. “Göynü” düşer ona, aşıklık “hallarını” bir türküye döker:
“Yazımı kışa çevirdin
Karlar yağdı başa
Leylam Viran oldu evim yurdum
Ne söylesem boşa Leylam”
Leyla’nın da “göynü” ondadır. Derdini ustasına, babasına açar, “Aslı bozuk, evlenme,” der Muharrem Usta’sı. Bu laf üzerine ilk defa başkaldırır babasına, “Aslı bozuk deme insanoğluna” diye bir türkü havalandırır. Bir bozlağa asılır gibi “yol verir göynüne”, Leyla’yla evlenir. Aşkı katmerleşir:
“Her an gözümde perdesin
Nere baksam sen ordasın
Mevlam ayrılık vermesin
Gölde uçan kuşa Leylam”
Leyla’dan üç çocuk yapar abdal. Ama aşk bu, hayata benzer, günün birinde o da biter. Ayrılır Leyla’dan.
Ve hikaye de asıl burada başlar. Uğruna babasını, ustasını “küstürdüğü” kadının asıl adı Leyla değil, Nigar’dır. Neşet Usta’nın “Leyla”ya söylediği türküleri tekmil Anadolu coğrafyasının dağında taşında yankılanınca Nigar hanım “o Leyla benim işte” demek için mahkeme kararıyla adını “Leyla” diye değiştirir.
Oysa “Leyla” yok biridir aşığın “göynünde.”
Yıllar sonra “yüzünde dane dane benleri” olan Seyhan’a kaptırır “göynünü” bu kez. Öldükten sonra Etiler’deki evini Seyhan Hanım beklemeye başlar.
Galiba “Leyla” diye biri hiç olmadı, zira Leyla abdalın “güzel göynünün” adından başka bir şey değildi.
*
Siz bakmayın erken cumhuriyet döneminin “mürşidi” Ziya Gökalp’in;
Aruz sizin olsun hece bizimdir
Halkın söylediği Türkçe bizimdir
Leyl sizin, şeb sizin, gece bizimdir
Değildir üç mana üç ada muhtaç
demiş olmasına… “Leyl” de, “şeb” de, “gece” de bizimdir. Üç manayı bir ada hapsetmeye hiç niyetimiz yok ey mürşid!
Ha, dayımın karısı Leyl ve bana gelince. Oğlu Selim köyümüzün imamıydı. Sara hastalarının kulağına Leyl Suresi’nin okunduğunu biliyordu. Ben yatakta ateşler içinde yanarken, “saraya şifa olan neden kızamığa da şifa olmasın” diye düşünen annesinin isteğiyle günde bir defa bu sureyi okumuş kulağıma, ta ki gözlerimi açıp karşımda hayat meleği Leyl’i görünceye kadar.
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?45 dakika önce
- Kitapların kıymetini bilmek4 gün önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 hafta önce
- Bir edebi eser olarak "Kapital"1 hafta önce
- Ne umdular ne buldular?1 hafta önce
- Savaş, barış, toplum2 hafta önce
- Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk3 hafta önce
- Çok yakın, yine de çok farklı3 hafta önce
- Flaubert ile Turgenyev'in ölümü4 hafta önce
- Tolstoy'un elması!1 ay önce