Eksiktik zaten…
Daha önce; bu memlekette sağcının solcunun, milliyetçinin İslamcının, Alevi’nin Sünni’nin hemen hemen herkesin sevdiği, bir şeyler söylediğinde herkesin durup şöyle bir kulak kabarttığı, “bu adam ne kadar da doğru şeyler söylüyor” dediği biri var mı diye sorulsaydı sanırım ilk anda onun adı birçoğumuzun aklına gelmezdi.
Ama ölüm işte… Her şeyi unutturduğu gibi çok şeyi de hatırlatıyor bize...
Onun adı aklımıza gelmezdi çünkü biz onun söylediği şeylerle meşgul değildik. Bizim dertlerimiz asıl onun anlattıklarıydı ama biz o dertlere onun anlattığı biçimde çareler aramıyorduk. Hangi derdimiz varsa, hangi sorunun girdabındaysak, hangi çıkmazın içindeysek ille de kurtuluşu karşıtın “bertaraf” edilmesinde görmeye alışkındık. Yüksek sesle bağıralım, ötekine hakaret edelim, berikini ezelim, bizimle aynı fikirde olanın sesini yükseltmesine imkan verelim, ötekininkini kısalım anlayışı genlerimize işlemiş. İktidara gelmeyi de memleketi güzelleştirmek, refahı arttırmak, huzuru sağlamak olarak değil, bir önceki dönemde iktidarda olanlardan “intikam almak” olarak algılar, ona göre hareket ederiz.
O yüzden bu curcuna içinde, kurduğu cümlelerin içinde “merhamet” kelimesi geçen insanların sesi hep davulcu yellenmesi olarak kaldı bu memlekette. Kıymet verilmedi onlara. Daha uzun yaşasın da bize biraz daha şefkatli olmanın, erdemli olmanın, biraz daha kendini başkasının yerine koymanın, biraz daha iyi insan olanın yolu göstersin diye pamuklara sarılmadı.
*
Ben de ancak onun farkına 45 yaşından sonra baba olunca vardım mesela.
Doğan Cüceloğlu’nun kitaplarını, kızım dünyaya gelince okumaya başladım ve şunun gördüm:
Bu memlekette örneğin siyasete atılınca, size politik hayatınızda yol gösterecek bir rehber yoktur. Bırakın rehberi, başvuracağınız sağlam bir külliyat bile yoktur. Ne okumak isterseniz hepsi çevridir. Fikir akımları, siyasi oluşumlar üzerine kayda değer çok az eser yazılmıştır bu memlekette.
Yine misal iyi bir marangoz, iyi bir berber, iyi bir kasap, iyi bir terzi olmak isterseniz, sizi mesleğinizde ilerletecek yazılı kaynaklara pek rastlayamazsınız burada.
Ne yaparsak yapalım, hangi mesleğe karar verirsek verelim her şeyi el yordamıyla yapıyor, deneme yanılma yoluyla bir yere ulaşıyoruz. Allahtan gelenek ve tecrübe denilen bir şey var… Ama şunu da biliyoruz ki artık modernliğin bu aşamasında gelenek ve tecrübe bir yere kadar koltuk değneği oluyor insana. Sonrası iş bilgiye kalıyor ki, bilgi de daha çok yazılı kaynaklarda mevcut.
İyi bir siyasetçi, iyi bir vali, iyi bir belediye başkanı, iyi bir terzi, iyi bir berber, iyi bir vatandaş olmanın “rehber kitapları” yazılmamıştır bu memlekette ama mesela “iyi bir anne, iyi bir baba” olmanın kitabı vardır. Belki de çok az dilde yazılmış kitaplar kadar kıymetli, belki de birçoğundan daha kıymetli hem de…
O kitapların yazarı pis bir ölümle dünyaya veda eden Doğan Cüceloğlu’ydu işte.
*
Onun söylediği ve hepimize öğretmeye çalıştığı şey şuydu:
Anne baba olmak kolay değildir. Anne baba olmak, politikacı, müsteşar, vali, kaymakam, yazar, şair, berber, avukat, hakim, savcı, balıkçı, mühendis, general, bankacı, polis aklınıza ne gelirse, onlardan birisi olmaktan çok daha zor bir “meslek”tir. Evet “mesleksizler toplumunda”, dünyanın en zor mesleğidir anne baba olmak. Bir domates tarlanız olur misal, dikersiniz fideyi büyür, sularsınız, yabani otları çapalarsınız günü geldiğinde kıpkırmızı domatesleriniz olur. Ama çocuk böyle yetişmiyor.
İnsan yetiştirmek hiçbir ürün yetiştirmeye benzemez. İyi ürün, iyi bakım ister. Ama çocuk için bakım yetmez.
Anne baba olmayı “meslek” edinmişlerin rehberi Doğan Bey’in sihirli formülü “merhamet”ti. “Çocuklarınıza merhametli olmayı öğretin” diyordu. Bir de bütün canlıların eşit olduğunu… Evrende yaşayan her canlının küçük büyük demeden kocaman bir aile olduğunu… “Kardeş olan bütün insanlar değil, bütün canlılardır, çocuklarınıza önce bunu öğretin” diyordu.
Ona göre bizdeki eğitim “ayrıcalıklı” bireylerin yetişmesine yöneliktir. Mektepten mezun olan herkes ilk önce köydeki “tırmık”ın adını unutur. Ne zaman okumuş adam tırmığın ucuna basıp sapı alnına çarparsa o zaman hatırlar bu aletin adını. Eğitim sistemi bilgi ezberletiyor ama hikmetten uzaklaştırıyor, böylece kendi değerlerine “yabancı” bireyler yetiştiriyoruz durmadan.
*
Ölümünden sonra insanların birbirine gönderdiği bir metninde, Amerika’da eğitimsiz bir insanla aynı odada kalmaktan korktuğunu, bu insanların beş dolar için adam kesebileceklerini ama eğitimli birisinin zinhar böyle davranmayacağını, oralarda eğitim düzeyi yükseldikçe uygar, olgun, sorumluluk sahibi, verdiği sözü tutan, kişisel bütünlüğü olan insanların çoğaldığını ama Türkiye ise okumamışlardan değil, eğitim görmüş, şehirli insanlardan çekindiğini; çünkü bizde eğitim düzeyi yükseldikçe bireylerin bencilleştiğini, sadece kendisinin ve yakınlarının çıkarını düşündüğünü, acıma duygusu ve merhametten uzaklaştığını söylüyordu. Ona göre şehirleşmemiş, okumamış, saf köylü olarak kalmış insanlarda “değerler bilinci” daha yüksektir. Bizim eğitimlimiz Amerikalı cahil köylü gibi; Amerikalı eğitimli ise bizdeki okumamış köylü gibi hareket ediyordu.
Burada kesinlikle cehaleti ve köylülüğü övme gibi bir niyeti yoktur Doğan Bey’in. Anlatmaya çalıştığı “bilgeliğin”, “irfanın”, “tasavvufun” ve “merhametin” toplumların gelişimindeki önemidir.
Çocuk yetiştirirken başta onlara bu değerleri aşılamazsanız, büyüdüğünde hangi mektebi bitirirse bitirsin elinizde kendi değerlerine yabancı bir “Amerikan köylüsü” kalır.
Peki bu değerleri nasıl aşılayacaksınız çocuklarınıza? Yine basit bir formülü vardı. Sizin sevmediğiniz, istemediğiniz, alışmadığınız farkı bir şey yaptığında çocuğunuzu “başıma icat çıkarma” diye azarlamak değil, tam tersine “başıma icat çıkar” diye onu teşvik etmektir. Bunun yolu da ona “zaferler yaşatmaktan” geçiyordu.
*
“Zafer yaşatma” hadisesini, çocuklarımın okuduğu okulda anne babalara verdiği bir konferansta şu anekdotla anlatmıştı, daha önce da anlattım, bir kez daha naklediyorum:
Amerika’da “bilişsel psikoloji” üzerine doktora yaparken, günün birinde çok ünlü bir psikolog olan (adını da söyledi ama aklımda kalmamış) hocalarından birisinin yanına gitmek istemiş. Varmış hocanın kapısına, çalmış kapıyı, girmiş içeri.
Hoca büyükçe bir odada, bir berjer koltuğa oturmuş, arkasında bir okuma lambası yanıyor, ayaklarını uzatmış bir pufa, elinde bir kitap var, içeri birisi mi girdi, umurunda değil.
Hocanın tam karşısında da bir kanepe var. Kanepenin ayaklarının dibinde de henüz bir yaşına basmamış küçük bir çocuk, kanepeyle savaş halinde...
Kapıyı kapatmış öğrenci; hocasının, gelişinden haberi var ama bana mısın demiyor. Beklemeye başlamış. Bakalım hoca ne zaman konuşacak kendisiyle? Öyle beklerken bir yandan da göz ucuyla çocuğa bakıyor.
Çocuk kanepenin önünde ha bire debeleniyor. Tutunuyor kanepeye ayağa kalkıyor, tırnaklarını bir yere geçiriyor, ıkınıyor, yükselmeye çalışıyor, bir türlü kanepeye çıkamıyor; tam çıktım derken küt diye yere yuvarlanıyor.
Öğrenci Türkiye’den gitmiş. Çocuğun debelenmesini gördükçe, kısa bir süreliğine hocasını unutup çocuğa veriyor dikkatini. Çocuk kanepeden düştükçe, sanki kendisi düşüyormuş gibi oluyor; yazık değil mi bu sabiye? Birisi yardım etsin!
Arada bir de hocasına bakıyor, hoca hiç oralı değil ne onu ne çocuğu görüyor sanki, kitabını okumaya devam ediyor. Hocayı bırakıp tekrar çocuğa bakıyor. Bu kaçıncı denemedir? Bu kaçıncı düşüştür? Her defasında büyük bir başarısızlık, büyük bir hezimet ama çocuğun hiç pes etmeye niyeti yoktur. Sanki hiç o kanepeden düşmemiş gibi, her düşüşün ardından tekrar aynı denemeye sil baştan girişiyor.
Bir ara, artık yufka Türk yüreği bu seyirlik oyuna daha fazla dayanamayan ve küçük bir çocuğa yardımım olsun da onu bu zahmetli çabadan kurtarayım diye düşünen öğrenci, hocanın oradaki varlığını hiçe sayarak hızlı adımlarla çocuğa doğru yürüyor. Çocuğu koltuk altlarından tutup kanepeye oturtuyor.
Oh be!
Sonra da gerisin geri yerine geçip yerinde beklemeye devam ediyor.
Yardımsever Türk öğrencisinin bu davranışını gören hoca, elindeki kitabı bir yere bırakıyor, okuma gözlüklerini çıkarıyor ve öğrencisine sert bir sesle:
“Sen ne yaptın?” diye soruyor.
“Hiç, çocuğu kanepeye koydum.”
“Ben onu kanepeye koymayı bilmiyor muydum?”
“Ne bileyim, onu öyle görünce...” gibi bir şeyler geveliyor.
Profesör bu kez öğrencisine, hayatının en önemli dersini veriyor:
“Ben kitap okurken, bir yandan da gözüm ondaydı. Ne yaptığının farkındaydım. Ona bilerek müdahale etmedim. Düşe kalka o kanepeye tırmanmayı öğrenmesini bekledim. Ama sen ne yaptın?”
“Ben ne yaptım?”
“İyilik yapayım derken, dünyanın en büyük kötülüğünü yaptın ona.”
“Niye ki?”
“Çünkü kendisi çıkabilseydi o kanepeye, oraya çıkmayı öğrendiği için büyük bir zafer kazanacak, sonra dönüp babasına bakacaktı. Ben de baş parmağımı ona gösterip zaferini kutlayacaktım. Ama sen onun bu sevincini elinden aldın. Zaferini çaldın!”
*
Şimdi bu yazıyı buraya kadar okumuş olan herkesi düşünmeye davet ediyorum:
Zaferinizi kaç defa çaldılar acaba sizden?
Ha?
*
Bu kıyıcı, nobran, zalim dünyada bize “merhameti” öğretmeye çalışan bir adam daha eksildi hayatımızdan…
Eksiktik zaten…
Mekanı cennet olsun!
- Üstat17 dakika önce
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?2 gün önce
- Kitapların kıymetini bilmek1 hafta önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 hafta önce
- Bir edebi eser olarak "Kapital"2 hafta önce
- Ne umdular ne buldular?2 hafta önce
- Savaş, barış, toplum2 hafta önce
- Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk3 hafta önce
- Çok yakın, yine de çok farklı4 hafta önce
- Flaubert ile Turgenyev'in ölümü1 ay önce