"Homo Kemalismus"
Tanıl Bora’nın yakın zamanda çıkan “Hasan Ali Yücel” kitabı dolayısıyla “Homo Kemalismus” meselesine dair esaslı bir tartışma başladı. (Hemen kelimeyi başka yere çekmeyin, “Homo Sapiens”, “Homo Economicus” neyse, onun gibi bir şeydir “Homo Kemalismus” da…)
Ayhan Aktar ilk defa 2005 yılında “Birikim” dergisinde çıkan “Yeni İttihatçılık” başlıklı makalesinde bu kavramı kullanmış. (Birikim, Sayı 193-194, Mayıs/Haziran 2005, Sayfa: 112)
Bu kez arkadaşı İştar Gözaydın’la birlikte “K24” sitesinde çıkan iki bölümlük uzun eleştiri yazısına başlık yaptılar “Homo Kemalismus”u…
*
Tartışmayı başlatan Aktar ve Gözaydın’a göre Hasan Ali Yücel; sağlığında Atatürk etrafında toplanmış, O’nun sofrasının müdavimi, birçok değişime tanıklık yapmış, çoğu münevver, içlerinde romancı, şair, hikayeci de olan, Aktar’ın deyimiyle “….bir yandan 1930’ların kaba pozitivist kafa yapısına sahip, vatandaş ile ilişkisini Halkevleri’nde köycülük faaliyetleri ile sınırlı tutan, İslâmiyet’i de zamanla terk edilmesi gereken ‘bâtıl itikadlar bütünü’ olarak gören Homo Kemalismus” tayfasının içinde yer alan bir insandı; Tanıl Bora’nın kitabında anlattığı biçimiyle “Kemalist bir ikon” falan değildi.
Hasan Ali Yücel’in “dindarlığı” ve “din karşısındaki tutumu” tartışmanın nirengi noktasını oluşturuyor.
*
Hasan Ali Yücel’in çok önemli vasıflarının yanında en önemli vasıflarından birisi de şair Can Yücel’in “babası” olmasıdır. Şair Can Yücel de Türk sosyalist düşünce hayatında eğer bugün bir şeyler birikmişse, onda önemli bir pay sahibi olan “Birikim” dergisinin isim babasıdır. Bu buluşu Murat Belge şöyle anlatır:
“Birikim adını düşünen ve bulan da Can Yücel’dir. Benim başım hiç hoş değildir, ‘ad bulmak’la. Çıkacak dergiye de henüz bir ad düşünememiştim. Bir gün bir konu konuşuyorduk, başka alanlarda; Can, içinde ‘birikim’ kelimesi geçen bir cümle kurdu, sonra bir an duraladı, ‘Derginin adı bu olacak: Birikim’ dedi. Tevrat’taki gibi, dedi ve oldu.” (M. Belge, Şairaneden Şiirsele, s. 396)
Hasan Ali Yücel’in tartışmaya konu olan biyografisini yazan Tanıl Bora ise “Birikim”dergisinin bir yazarı, hatta varsa eğer bu “ekolünün” ikinci kuşak en önemli temsilcilerinden birisidir. Titiz bir yazardır, iyi bir araştırmacıdır, disiplinlidir, çalışkandır, dil tutkunudur, eski kuşak komünistler gibi kinci değildir, “karşı mahalleyi” de iyi tanır, yarın bir “devrim” olursa devrimden hemen sonra İstiklal veya Devrim Mahkemesi’nde yargılanacak kadar “merhametli” görünen, öyle silahlı külahlı bir devrimle veya ihtilalle Türkiye’ye sosyalizm geleceğine inandığını sanmadığım “sıkı” bir sosyalisttir.
Gerçi Can Yücel son yıllarında “Birikim”in kurucuları Murat Belge ve Ömer Laçiner’in de yer aldığı bazı münevverler için (Aydın Doğan’ın gazetelerinde yazı yazıyorlar diye) çok çirkin bir “şiir” yazarak veda etti hayata ama olsun Can Yücel şairdi, hem de çok iyi bir şair, onun gibi şairler çoğu zaman “raporlu” kabul edilir, kolay affedilirler.
Murat Belge şiir üzerine yazdığı hacimli kitabında Can Yücel’in komünistliğinden bahsettiğinde arkadaşlarının “ne komünistliği, sen bakan oğlusun” dediğini anlatır. Bu durumu bir “azap” gibi yaşadığı ortada…
Can Yücel babasının da kurucuları arasında yer aldığı düzeni “devrim yoluyla” değiştirmeyi kafasına koyduğunda, yani o “büyük gün geldiğinde” -hani motorları maviliklere sürecekleri o gün- babasına nasıl bir muamele yapacağını, hangi çalışma kampına gönderileceğini, yoksa anında darağacına mı çekileceğini falan yazmaz hiçbir şiirinde ama Türk edebiyatında yazılmış en güzel “baba” şiirlerinden birisini babası için yazmıştır yine de.
“Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi”dir o, nereye gittiğine “atlastan bakar” bulur, gurbeti “öyle öyle ezberler.” Hastalansın diye dua eder, ateşi 40’ı geçerse babasını eve çağırırlar çünkü, “tifoyken” başarır bunu, babası oğlunu görmeye gelir, “ohh” der, burnunu “göğsüne gömer.” O “uçmaktaki devin” arkasından koşarken, “daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için açılır nefesi, fikri, canevi…” Çünkü o “hayatta en çok babasını sevmiştir.”
Ama heyhat! Babası “Homo Kemalismus” kendisi ise “Homo Sovyeticus”tur. Ayrı dünyaların insanlarıdır anlayacağınız!
*
Hasan Ali Yücel dindar bir babanın oğludur. İliklerine kadar Mevlevi’dir babası. Hem oğlu Hasan Ali’ye hem de torunu Can Yücel’e dadılık yapan ve bir yazımda hazin hikayesini anlattığım Gülşen Dadıyı Yenikapı Mevlevihanesi’nin müezzini Hasan Dede ile evlendirecek kadar sıkı bir Mevlevi... Hasan Ali Yücel “ilk naatı Mevlana’yı ondan meşketmiş, namazda müezzinliğe, tekkenin minaresinde ezan okumaya o alıştırmıştır.”
Şapka Kanununa ilk karşı çıkanlardan birisi Hasan Ali Yücel’in babası Ali Rıza Bey’dir. Kanun çıkar çıkmaz başına bir takke geçirmiş, kendini sokaklara atmış, alıp karakola götürdükleri her defasında “Ben Maarif Müfettişi Hasan Ali’nin babasıyım,” diyerek yakayı kurtarmış, kafasına şapka geçirip sokağa çıkan karısına ölümüne küsmüş, bu yüzden evden ayrılıp başka bir yerde yaşamaya başlamış iflah olmaz bir dindardır. Dini namaz kılmak ve oruç tutmaktan ibaret sananlara ifrit olur.
Oğlunun da kendisi gibi olmasını ister.
*
Atatürk’ün sofrasının demirbaşlarından olan zevatın içindeki iki “dindardan” birisidir Hasan Ali Yücel, diğeri ise hikayeleriyle de bildiğimiz Memduh Şevket Esendal’dır.
Bu konulara dair Onur Atalay’ın “Türk’e Tapmak, Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm” (İletişim Yayınları) kitabında hazine değerinde bilgiler vardır.
Belli ki Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “tekke adamı” dediği Hasan Ali Yücel, kulağında ezan tınısı, dilinde kelamla girebilmiş “Homo Kemalismus” alemine. Atalay’ın aktardığına göre hem Yücel hem de Esendal bu çevreye girer girmez “dindar gözükmemek için ellerinden geleni” yapmışlar. (Seküler biri mahallesini terk edip dindarların arasına karışınca da ne kadar sıkı bir dindar olduğunu göstermek için kendini sıktıkça sıkar, sabah erkenden ilk “hayırlı Cumalar” mesajını o atar!) O sırada herkes ne kadar büyük bir “dinsiz” olduğunu göstermek için birbiriyle yarışıyordu. Mebus olan eski bir imam poker oynamaya başlamış, rakı içip galiz küfürler bile ediyordu Yaradan’a. Konya’da yine eski bir mebus ve eski bir imam, camileri ve mescitleri hala neden kapatmadıklarını soruyordu Mustafa Kemal’e. Reşit Galip tam bu sırada girer devreye. 22 Ocak 1932’de Yerebatan Camii’nde Türkçe Kuran okunur, 4 Şubat 1933’te ezan bütün yurtta Türkçe olur, 6 Mart 1933’te de sala Türkçeleştirilir.
“Sonradan Müslüman olan namazı gürültülü kılarmış” ilkesinin tipik bir tezahürü olarak ilk ortaya çıkanlardan birisi de Memduh Şevket Esendal’dır. Ona göre, “Biz İslam kaldıkça kimse yüzümüze bakmayacak”tır. “Bütün geriliklerin anası dindir” fikri “Homo Kemalismus” tarafından sağa sola yaygınlaştırılırken “dindar” Hasan Ali Yücel’in gıkı çıkmaz. Amaç tektir; din kamusal alandan silinecek, bireylerin vicdanlarına hapsedilecek!
İslam Türkleşecek! Hazreti Muhammed de zaten Türk’tür! Kur’an da ezan da sala da Türkçe olacak!
Amaç da iddia edildiği gibi “herkes anadilinde dinin buyruklarını anlasın” diye değil, kelamın “ulviliğini” ortadan kaldırmaktır, ulvilik yani büyü kaybolunca metinler rasyonelleşir. Eski kuşak ölünce de yenisi bu “edebi, rasyonel” metinlere itibar etmez, böylece din hepten kamusal alanın dışına çıkmış olur.
“Dindar” Hasan Ali Yücel “her inanmış topluluğun bir kutsal kitabı vardır” der ve şöyle devam eder:
“Kemalizmin kitabı Nutuk’tur; onu biz Türkler mukaddes tanırız. Yirmi dokuz Teşrinievvele doğru yürüyen bu günlerde, bizim kutsal kitabımız olan Nutuk’u kim bilir kaçıncı defa elime alıp bütün ruhumla onu okurken dimağıma gelen düşünceleri yalnız kendime saklamamak, onları size de söylemek istedim. Unutmamalıdır ki, her Türk için bitmez tükenmez bir kudret kaynağı olan bu kitabın önsözünde, bugünkü milli varlığımızın kökü yaşamaktadır. Nutuk bizim kitabımızdır; onun büyük sahibine inananların kitabıdır.” (H. A. Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s.1)
1930’ların önde gelen “Homo Kemalismus”ları Hasan Ali Yücel, Reşit Galip, Yakup Kadri, Behçet Kemal Çağlar, Aka Gündüz, Celal Bayar, Memduh Şevket Esendal ve daha onlarcası nüfusun yüzde 80’ini oluşturan “cahil halk” için “eğitimi şart” gören kişilerdi. Onlara göre ahali nankördür, devrim kanunlarına karşı çıkan Şeyh Sait’in kıçına takılabilmekte, olmadı Serbest Fırkaya koşmakta, Menemen’de mürtecileri alkışlayabilmekteler. (Menemen’de mürtecileri alkışlayan Musevi bakkal Hayım oğlu Josef “irticacılara yardım ve yataklıktan” idam edilen bir Yahudi’dir.) Serbest bırakırsan ya irticacıya ya Kürtçüye ya liberallere kaçıyorlar. Sırtından sopayı, bilincinden laikliği eksik etmeyeceksin bunların.
Gel de “endişelenme!”
O günün “Homo Kemalismus”ları bugünün “endişeli modernleri”dir!
*
Can Yücel 1940’ların sonuna doğru kendi deyimiyle “fıstık gibi fakülte” dediği Dil Tarih’te “güzel güzel” okurken, bir gün babası Hasan Ali Yücel onu okuldan alır, apar topar Londra’ya gönderir.
Can Yücel bu işe şaşar kalır. Daha önce yurt dışında okuma imkanı varken “bakan oğlunu yurt dışında okutuyor” demesinler diye izin vermeyen babası şimdi onu neden kendi eliyle “sürgüne” gönderiyordu acaba?
1946’dan sonra “Homo Kemalismus”a bir haller olur. Demokrat Parti korkusundan birden bire dini keşfederler. Köy enstitülerini kapatır, İmam Hatip okullarını açar, Atatürk’ün sağlığında “kutsal kitap” muamelesi yaptıkları “Nutuk”u tedavülden kaldırır, yeni baskı yaptırmazlar. Hatta bir ara “Demokratlar” onları “irticacılık” yapmakla suçlarlar. Şemsettin Günaltay diye eski bir İslamcıyı Başbakan bile yaparlar. Belki de Hasan Ali Yücel, “eski dindarlığını” o sırada hatırlamıştır kim bilir? Zaten ufak ufak İnönü’yü tarihin derinliklerine gönderip yerine CHP’nin başına geçme planları yapıyordur bu sırada. Ama işte oğlu Can Yücel diye büyük bir handikap var önünde.
Elinde olmadan oğlu komünist olmuştur. Oğlu komünist olan birisini CHP’nin başına getiriler mi? Hem komünizm baş düşman değil midir? Zaten komünist demek dinsizlik demek değil midir? Komünistler eve geliyorlar, vestiyerde bir yabancı erkeğin şapkası asılıysa, eşlerini o yabancı erkekle baş başa bırakıp gerisin geri sokağa çıkıyorlar!
Bunu hesaba katan Hasan Ali Yücel, komünistliği başına bela olmasın diye biricik oğlunu Londra’ya kendi eliyle “sürgüne” gönderdi. Can Yücel ancak, babasının tamamen umutlarını yitirdiği, hastalanıp ölüm döşeğine yatınca memleketine geri dönebildi.
*
Bu durumda bir komünist (Tanıl Bora), oğlunun komünistliğine bile tahammül etmeyen, “müesses nizamın” en önemli şahsiyetlerinden birisi hakkında neden tuğla kalınlığında bir kitap yazar?
Tanıl Bora amacını kitabın sunuşunda açıklayarak işe başlar.
Hasan Ali Yücel’in “şahsiyeti” kadar, bir “tek parti figürü”, bir “Kemalizm figürü”, bir “ulus-devlet ve milli kimlik inşası sürecinin figürü” ve “elbette” bir “kültür adamı figürü” olması hasebiyle seçtiğini söyler.
Aslında “Homo Kemalismus” tayfasında bu tür “figürler” gırla… Ama onların arasında bir tek Hasan Ali Yücel’i seçmiş olmasının asıl nedeni söylediği gibi olmasa gerek.
Belli ki Tanıl Bora Hasan Ali Yücel’i ve “şahsiyetini” seviyor. Bunu da açık açık söylemiyor, “figür olmasıyla” ilişkilendiriyor çalışmasını. Aslında kısa yoldan “sevdiğim bir figürün biyografisini yazmak istedim” dese, işi daha kolay olacak. Zaten insan birisini sevmezse biyografisini yazmaya üç yılını ayırabilir mi?
Yazarlık çokça sevgi işidir, bunu yazı yazan herkes bilir.
“Vizontele” filminde Belediye Başkanı Nazmi Bey’in “yaşadığı yerle” ilgili söylediği repliği “insana” uyarlayarak söylersek eğer….
Bir insanı seversen o iyi bir insanıdır, ama iyi bir insanını sevmezsen o iyi bir insan değildir.
Gerisi boş laf!
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?45 dakika önce
- Kitapların kıymetini bilmek4 gün önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 hafta önce
- Bir edebi eser olarak "Kapital"1 hafta önce
- Ne umdular ne buldular?1 hafta önce
- Savaş, barış, toplum2 hafta önce
- Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk3 hafta önce
- Çok yakın, yine de çok farklı3 hafta önce
- Flaubert ile Turgenyev'in ölümü4 hafta önce
- Tolstoy'un elması!1 ay önce