Karpuz!
Hiç tatmamış olan, deniz suyunun tuzlu olduğunu bilmez. Denizin tuzlu olduğunu anladığı anı de insan hayatı boyunca unutmaz.
Hayatımızdaki bütün ilkler böyledir. Hafızaya işler. İlkokul öğretmenimizin adını bu yüzden unutmayız. İlk aşkımızı da öyle; hep taze bir çiçek gibi taşırız kalbimizin üstünde.
*
Doğduğum köyde karpuz ekilmezdi. Karpuzu çok sonra gördüm. Bu yüzden onu ilk gördüğüm ve tattığım an hiç aklımdan çıkmaz.
Uzak tepelerde kurtlar uluyordu. Gece bir masaldan düşmüştü. O gün babam şehirden gelmişti. Kara kıl çadırın önünde yanan ateşin etrafında yarım ay şeklinde dizilmiştik. Ateşten çıkan kıvılcımlar mı, gökte yanıp yanıp sönen yıldızlar mı daha yakındı bize bilmiyorum, her yer ateşböcekleri deryası gibi kıpır kıpırdı. Babamın yükü şehir doluydu. Açılmamıştı henüz, içinde rengarenk bir dünya saklıydı. Yük açıldı, ilk önce böyle yuvarlak, yeşil, o zamana kadar gördüğüm hiçbir şeye benzemeyen bir şey çıktı yükten.
Şimdi bu yazıyı yazarken çıktı karşıma, meğer ben adına “şutî” (karpuz) dediğimiz o tuhaf meyveye bakarken, Edip Cansever oturmuş, o günün şiirini yazmıştı bile.
Şiiri anlatmak istiyor şair “Dostlar” şiirinde; önce şiiri neyle anlatabilirim sorusunu sorar “yeni yakılan bir sigarayla da anlatılabilir şiir/Apansız bir yolculukla da…” Sonra aklına başka bir imge gelir, “Bir karpuzu ikiye bölmekle,” de der...
“Bin dokuz yüz yetmiş bir yazı/ey unutulmayan yaz/ Bıraktığın gibi mi kalsak.”
1971 yazıydı. Geceydi. Babam karpuz getirmişti şehirden. Gökte yıldızlar vardı. Ateşin kıvılcımları göğe çıkıyor, gökteki yıldızlar yere düşüyordu.
Karpuzun tepesinden bir bıçak girdi gövdesine, ikiye yarıldı, o dağ başına yağmur gibi şiir yağdı.
Ne yazık ki ne ben ne de şair o yazın bıraktığı gibi kalamadık, o çoktan öldü, ben onun öldüğü yaştayım şimdi.
*
Aradan tam elli yıl geçmiş. Tam elli yıldır, her karpuz yiyişimde, o gece gelir aklıma. Karpuz kesilirken ille de o gün baktığım gibi bakarım ona. Üstat Refik Halit, “Ago Paşa’nın Hatıraları”nda o anı şöyle anlatır:
“Karpuzda en hoşlandığım cihet kesilişidir. Olgun bir Tekirdağına şöyle üstünden sivri bıçağı sapladınız mı, kendiliğinden, kütür kütür diyerek, kayar, yayılır gibi bir açılışı ve sonra buzlu, buğulu vücudunu önünüze bir serişi vardır, hiçbir meyvede bu keyfi bulamazsınız ... Kavunun filvaki o sarı, mat eti pek kibardır, fakat rayihasındaki mebzuliyete biraz adice düşer. Halbuki karpuzun pek esrarengiz, pek gizli, pek hafif, pek canlı bir kokusu vardır ki insanı adeta teheyyüç eder. Kabalık onun kırmızı, müfrit etindedir.”
*
Diyarbekir şehrinin bir yerine konan ve gelen tepkiler üzerine sonradan kaldırılan o içinde “nik” diye bir çocuk çıkan “kitsch” karpuz heykelini görünce, bendeki o şiirsel karpuz imgesi, aniden bir bıçak darbesi almış karpuz gibi yarıldı. Karpuz gibi ekonomik getirisi pek yüksek olmayan, küçüğü hep kelek çıkan, büyüğü de yalnızlığa fazla gelen, ille de kan kırmızısı güzel bir karpuz yemek için geniş, kalabalık bir aile olmanın lazım geldiği bir meyveyi bir şehrin belediyesi neden o şehrin sembolü haline getirmek ister sorusu üzerine düşünmeye başladım.
Evet, Diyarbekir’de çok güzel karpuz yetişir. Hem belki de dünyanın en iri karpuzları... Demek oradaki toprağı seviyor karpuz, büyüdükçe büyüyor. (Nedense Evliya Çelebi Diyarbekir karpuzlarını pek övmez. Ona göre bu şehirde meşhur olan karpuz değil “tadı ve kokusu insanın genzini misk ve amber kokularıyla saran, zerdesi yapılan ve padişaha bile hediye olarak gönderilen iri ve sulu” kavundur”.)
*
Kıyası severiz biz. Bir şeyi bir şeyle kıyaslamak en büyük alışkanlığımız. Kendimizi başkasına göre tartarız. Çocuğumuza öğüt verirken onu kendi akranı başkasıyla kıyaslarız. Bir şeyi başka bir şeyle tartmak, ölçmek tezat çıkarır ortaya, tezat çoğu zaman bizi kamçılar veya güldürür.
Diyarbekir’de vakti zamanında 56 kilo kadar gelen karpuzlar yetişmiş. Birisi de o büyüklükte bir karpuzun içini boşaltmış, çocuğunu koymuş içine sonra da fotoğrafını çekmiş, o fotoğrafı da şehre gelen yabancılara “bakın bizde ne kadar büyük karpuz yetişiyor” diye gururla göstermişler. Görenler de “Rabbim o kalın kabuğun içine 56 kilo suyu nasıl yerleştirmiş sorununu sormuyorsun da 15 kiloluk oğlum bunun içine nasıl sığdı diye hayret ediyorsun, senin yaptığın, Yaradan’ın yaptığının yanında ne ki” demedi, o yabancı da şehirden ayrıldığında gördüklerini başkasına anlattı, böyle böyle o tuhaf heykele kadar gelindi.
Diyarbekirliler karpuzun içine çocuk sığdırınca, aynı kötü şakayı bu kez de politikacı sevindirmek için başka bir mahlukatla tecrübe etmeye kalkıştılar. Hadiseyi üstadımız Yavuz Donat yazdı yakın bir zamanda.
1983’te askerler, “biz yorulduk, biraz da siviller yorulsun” diyerek “demokrasiye dönmeye” karar verdiler. Ama bir şartları vardı, darbeyi onlar yapmıştı, demokrasiyi de onlar getiriyor, demokratik nizamda da onlar bizi idare edeceklerdi! Buna uygun Anayasa yapmışlardı, bir de parti kurdular mı, başına da bir asker oturttular mı hepimize kuzu kuzu boyun eğmek kalacaktı.
Milliyetçi Demokrasi Partisi bu amaçla kuruldu, partinin amblemi horozdu, başına emekli general Turgut Sunalp bu amaçla getirildi. Turgut Sunalp darbe sonrası dönemde de de ensemizde boza pişireceğine o kadar emindi ki, seçimlerden önce neredeyse kendisini başbakan ilan edecekti.
Gururlu, mağrur paşa seçim kampanyasına hızlı başladı. Bir durak da Diyarbekir’di. Partinin yöneticileri, paşa, Diyarbekir eşrafı (o zaman “kanaat önderi" lafı henüz icat edilmemişti) cömert Diyarbekir sofrasında tıka basa yerler, sıra meyveye gelir. Büyük, çok büyük bir karpuz sofraya konur, karpuzu paşanın huzurunda kesecekler. Karpuzlarının büyüklüğüyle gurur duyan beyaz önlüklü aşçı elinde bıçakla karpuzun yanında duruyor. O da ne, gövdeye bıçak atacağına, karpuza yapılmış böyle güveç kapağına benzer kapağı kaldırır sevinçle; kim bilir ne zamandan beri o sulu mekana kapatılmış olan bir horoz kanat çırparak karpuzdan dışarı fırlar. (Karpuzun içini boşaltmışlar, horoz koymuşlar, kapatmışlar, böylece karpuzdan partinin amblemi olan horozu çıkartarak paşaya hoşluk yapacaklar! Hangi gerzeğin aklına gelmişse!) İçerde havasız kalmış horoz masanın üstünde, ötekinin berikinin omzunda, suratında, kucağında başlar çırpınmaya. Paşanın, yerli eşrafın, politika erbabının, gazetecilerin eli, yüzü, üstü, başı kan kırmızısı karpuz suyu içinde, yeme de yanında yat!
Sofrada bulunanları Vahap Ağa Hamamında dökündükleri kaç tas su pakladı varın siz hesaplayın artık!
Diyarbekirli, karpuzun içine hep çocuk, horoz falan koymuyor, daha eskiden daha yaratıcı, daha şiirsel buluşlar da var. Birisini Mehdi Eker anlatmıştı. Eskiden böyle karpuz şenliklerinde; güneş son ışınlarını toplayıp yerini aysız bir geceye bırakınca karpuzlar ikiye bölünür, içi çıkartılır, içine yanan mumlar konur, içinde mum yanan o karpuzlar Dicle’ye bırakılırdı. Yaz mevsimde suyu ağır akar nehrin; böyle arka arkaya yüzlerce kabuğun içinde yanan yüzlerce mum… Gece ay çıkmadan önce, nehir bir ışıl ışıl akar, akar…
*
Son yıllarda bir şehrin neyi meşhursa o şehrin girişine onun heykelini dikme modası başladı. Van’da kedi, Denizli’de horuz, Sakarya’da köfte, Sivas’ta kangal köpeği… derken işin suyu çıktı. Mesela Kars’ın kaşarı meşhursa İzmir’in de mankenleri meşhurdur, güzel bir kızın heykelinin şehrin girişinde insanı karşılaması belki hoş olabilir (gerçi şehirleri sanatçılarının, yazarlarının, alimlerinin heykelleriyle dolu dışarıdan gelenlere bu manken kızın insanlığa katkısını izah etmek bir hayli zordur ya, neyse) ama “çatalın ucundaki köfte heykeli” tam anlamıyla bir “köftehorluk” misalidir. (Köftehor, sözlükte “sevgiyle karışık bir azarlama sözü” diye tarif edilir ama bence Kürtçeden geçmedir, zira Kürtçede bu kelime “kufte xwer”dir ki “köfteyi yiyen”, “köfteye bayılan” anlamına gelir.) Bu durumda Zonguldak’ın girişinde bir kömür heykeli mi karşılasın bizi? Çorum’da leblebi heykelini yapacak heykeltıraşa üstün minimalizm ödülünü vermek gerekmez mi? Tokat’ın girişine şöyle kocaman bir yaprak sarması, Amasya’ya elma heykeli, Burdur’a bir zortlayan teke, olmadı Antalya’ya da bir ham çökelek heykeli mi yapsak!
*
Hepimizin çocukluğu geceleri renkli florasan lambaların aydınlattığı bir karpuz sergisinin içinde saklıdır. Yazın yavaş yavaş kaynamaya başladığı bu günlerde yolunuza çıkan bir sergiye iyice yaklaşın, ön taraftaki kalın kabuklu, içi kıpkırmızı karpuzları geçin, arkada hep pazarlık yapmayan sağlamcı müşterilere saklanan Tekirdağ karpuzlarının arasına saklanmış ne Kim İl Sung’un oğlunun ne de Arnavutluk’a kaçan dolandırıcı tosuncuğun yüzüne benzemeyen tanıdık bir yüzle karşılaşacaksınız.
O sizin çocukluğunuzdur.
*
Bin dokuz yüz yetmiş bir yazıydı. Son damlalarını bırakırken dağ başlarına güneş, babam karpuz getirmişti şehirden. Karanlığın içinden bir sininin içine yuvarlanmıştı. Yıldızlar konuyordu saçlarıma.
Elli yaz geçmiş aradan.
O yaz “solgun bir coğrafya gibi belleğimde…”
Kayıp zaman, içinde yanan bir mumla Dicle’ye kapılmış giden bir karpuz hızıyla gidiyor şimdi, elimde bir dilim karpuzla bakıyorum ona.
- Üstat17 dakika önce
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?2 gün önce
- Kitapların kıymetini bilmek1 hafta önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 hafta önce
- Bir edebi eser olarak "Kapital"2 hafta önce
- Ne umdular ne buldular?2 hafta önce
- Savaş, barış, toplum2 hafta önce
- Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk3 hafta önce
- Çok yakın, yine de çok farklı4 hafta önce
- Flaubert ile Turgenyev'in ölümü1 ay önce