Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

“Önemli insan” her yerde var. Devlet dairelerinde, protokollerde, emniyet şeridinde, holding binalarında, gazete köşelerinde… Elini sallasan “önemli insana” çarpar. Ama “değerli insan” öyle değil. Onlardan çok az var. Çoğu kendi mağarasında, bizim dünyamıza göre kendi küçük dünyalarında ömrünü kısaltır, hepimizin dünyalarını büyütürler.

Rahmetli Çetin Altan'ın sözüdür; önemli insan olmak kolaydır, zor olan kıymetli insan olmaktır.

Önemli insan olmak meşakkatli bir yolculuk gerektirmez ama kıymetli insan olmak için engebeli, tehlikeli, sırat misali köprülerden geçilen uzun bir yolculuğu göze almak gerekir. Önemli insanın ömrü kısadır, hangi makamda bulunuyorsa o makamda kaldığı süre kadardır ömrü. Kıymetli insan ise ölümsüzdür. Ömrü yaşadığı yıllarla ölçülmez, hatta çoğu öldükten sonra yaşamaya başlar.

*

Sibel Oral’ın “İşitiyor musun Memet?” kitabını alıp kitapçıdan çıktığımda kafamda bu düşünceler vardı.

Oğluyla ilgili bir kitap olduğu için elimdeki ister istemez Nazım Hikmet’i düşünüyordum. Şiire ilk başladığı yılları… Bahriye mektebindeyken, hocası Yahya Kemal annesi Celile Hanım’a aşıkken, koca şair evlerine girip çıkarken, biraz da hocasının etkisiyle şiir yazarken; günün birinde bu kadar “kıymetli bir insan” olacağı fikri kafasında var mıydı bilinmez. Hiç kimse bu çağlarda büyüdüğünde yoluna çıkacakları kestiremez zaten. Çoğu kişi sanata el atarken, el attığı şeyin ilerde onun asıl uğraşı olacağını hesaplayarak girişmez bu işe.

Özellikle bizim memleketimizde… “Öncelik eğitimindir çocuğum” derler insana. “Mektebini bitir, tahsilini yap, iş güç sahibi ol; şiir de yazarsın, keman da çalarsın, istersen memleketi de kurtarırsın! Ama önce eğitim! Eğitim şart!”

*

Şair olarak doğmuştu Nazım. “Şiir eğitimine eyvallah, ama başka eğitim kesmez beni” dedi, Puşkin’in özellikle Mayakovski’nin mektebine yazıldı. İnebolu’da, Milli Mücadele’nin bir neferi olmak için beklerken “kırmızı atkılı” bir adam şair yüreğine kızıl bir hülya zerk etti, kırmızı kanı kıpkızıl bir renk aldı. O kızıllıktan kendine bir hülya yarattı. Aldılar, attılar “sintinenin dibine”. “Sol memesinin altındaki” cevahir ışık saçıyordu dışarda kalmış Piraye’ye, dünyanın en güzel aşk şiirlerini ona yazdı. Ama onları okuyan herkes bu şiirlerden bir başka mâna çıkardı.

Piraye’nin önceki kocasından Mehmet adında bir oğlu vardı. Onu oğlu saydı Nazım. On iki yıl yattıktan sonra çıkmaya yakın bir zamanda konar göçer yüreği bu kez dayı kızı Münevver’in yanında konakladı. Piraye’yi bıraktı, Münevver bir oğul verdi ona; ona da “Memet” adını verdi.

Nazım Hikmet, memleketi terk ettiğinde “oğlu Memet” üç aylıktı. Arkasında bir yığın hasret bırakmıştı giderken. Karısını, oğlunu, memleketini… “Karşı yakadan” yaralı bir hayvan gibi böğürdü birkaç yıl, “İşitiyor musun Memet?” diye inledi.

*

İşte tartışma da bunun üzerinde yürüyor bugün. Acaba Nazım Hikmet hangi Memet’e seslenmişti? Piraye’nin Mehmet’ine mi, yoksa Münevver’in Memet’ine mi? Şiirinde “Memet” dediğine göre Münevver’in Memet’ine seslendi diyor bazıları, bazıları da ama Piraye’nin Mehmet’inin de adını “Memet” diye yazıyordu birçok yerde diyorlar.

Nazım Hikmet’in yasaklı, coplanmış, ateşe atılmış, darmadağınık, talan edilmiş ve 1987 yılına kadar yasaklı kalmış kitaplarını büyük bir sabır ve titizlikle çalışarak düzenli bir külliyat haline getirip Adam Yayınları aracılığıyla hepimize ulaştıran Piraye’nin Mehmet’i Mehmet Fuat’tır. Mehmet Fuat’ın tarafını tutanlar, O’nun çabası sonucu Münevver ve Memet’e bugünkü kurla 2 milyon dolar telif ödemesi yapıldığını söylerken; Sibel Oral’ın kitabına konu olan, Nazım’ın üç yaşındayken terk ettiği ve bir daha sahip çıkmadığı Memet ve annesi Münevver’in tarafını tutanlar ise, ana oğulun gurbet ellerde yokluk içinde bir hayat sürdürdüklerini, Nazım Hikmet’in kitapları YKY’ye geçinceye kadar küçük bir miktar hariç doğru düzgün bir telif almadıklarını söylüyorlar.

Kavga büyük, edebiyat tarihine, dedikodusuna meraklı birisi olarak ben de keyifle okuyorum bu zevatın birbiri aleyhine yazdıkları yazıları.

*

Nazım Hikmet’in çok uzun yıllardan beri Paris’te yaşayan bir oğlunun varlığından hepimiz haberdardık. Ama nedense entelektüel mahfillerde, “babalar ve oğullar” bahsi açıldığında kendi namıma ben hep “Nazım ve oğlu” örneğiyle karşılaştım. Meseleyi bilenler Nazım’ın oğluna dair “küçültücü” hikayeler anlatıyorlardı. İşte her oğul babasına benzemiyordu. Hatta bazı kıymetli adamların oğulları özellikle babasının yolundan gitmiyordu. Bazıları ise ona benzemeye çalışırken hepten sağı solu şaşırıyorlardı. Nazım’ın oğlu da böyle “işe yaramaz” bir oğlandı, alkolikti, hatta biraz da kaçıktı!

Onun hakkında hiçbir malumatımız olmadığı, hiçbir yerde karşımıza çıkmadığı için de (sadece bir kez) ister istemez bu dedikodular prim yapıyordu. Sonra yakın bir zamanda Memet kalpten öldü, yine fotoğrafı yoktu, arkadaşları onun yerine Gary Cooper’ın bir fotosunu koymuşlardı ölüm ilanına.

Sibel Oral’ın kitabı çıktı, bir de baktık ki meselenin aslı bize anlatıldığı gibi değilmiş. Memet bir ara şiir yazmış, babasıyla aşık atıyor demesinler diye bırakmış, resim yapmaya başlamış, memleketle ilişkisini kesmemiş, hiç de onların anlattığı bir adam değilmiş.

Ama ölünceye kadar babasına olan öfkesi hiç dinmemiş. Hatta onu babasına benzeten evinde çalışan kadına kızıp, “Hiçbir şeyim benzemiyor, bi şuram benzemiş’ dedi elini kalbine koyarak. (….) Babası da kalpten gitmişti ya.” (“İşitiyor musun Memet?” s.25)

Kitapta en çok bu satırlar bana dokundu.

*

Kitabı okurken; gazeteciliğe ilk başladığım yıl Güneş gazetesinde karşıma çıkan, “Kürdoğlu, yazıya yumruk gibi gir, arada ne anlatırsan anlat fark etmez ama yumruk gibi çık, o vakit o yazıyı okutursun” diyerek bana ilk gazete yazarlığı dersini veren Halit Çapın’ın ara ara anlattığı hikaye geldi aklıma. 1970 baharında Halit Çapın, Nazım Hikmet’in 18 yaşındaki oğlu Memet’i Varşova’da bulmuş, o da Halit Abi’ye hüzün dolu bir yığın şey anlatmıştı. Sitem etmişti babasına, ölünceye kadar arayıp sormadığını söylemişti.

Sibel Oral’ın kitabını okuyunca Nazım’ın “dava arkadaşlarının” Memet hakkında o korkunç hikayeleri neden uydurduklarını daha iyi anladım. Şiirlerinden şarkı, türkü, kitaplarından oyun, kelimelerinden ajitasyon yapmanın serbest kaldığı zamandan itibaren birçokları için geçim kapısı oldu Nazım Hikmet. Etinden, sütünden, yününden yararlandılar. Belli ki Adam Yayınları kitaplarını basıncaya kadar da oğluna zırnık koklatmadılar. Zaten oğlu da sığındığı kendi dünyasında bu “nemanın” peşinde koşmadı, onun tek derdi küçükken babasının kendisinden esirgediği şefkatti.

*

Ölümünün 10. Yılında, 1973’te belki de Nazım Hikmet’le ilgili bütün zamanlarda yazılmış en hakiki, en içten yazıyı “evlerin şairi” Behçet Necatigil yazdı. Milliyet Sanat’ta çıkan yazıyı Sibel Oral kitabına da almış.

Behçet Necatigil’in yazısı şöyle:

“Dolgun, güzel yazıyor; Türkçeyi çok rahat, kıvrak ve çarpıcı kullanıyordu. Bana anadilimin güzelliğini göstermiş şairlerden biridir. Bir dava adamıydı. Her dava, insanın, önce kendisini, bir çarmıha oluorta germesiyle başlar. Nazım da İsa gibi, çarmıhı sırtında dik yokuşu tırmanırken, kendini tam yenebildi, fedakar da olabildi mi? Kim nereye kadar vazgeçebilir kendinden? Nazım bir ermiş değildi. Ve kim nereye yakınsa odur ona ufuk. Nazım’ın ufku siyasal doktrindi. Gözleri bir noktaya dikili, hep tek şeye bakabilmek… Nazım, yürekliydi o bakımdan. Bu direnmeyi, bu inadı gösterdi. Fakat her saplantı, gene de bir körlüğü, bir bencilliği beraberinde getiriyor. Çelik iradeli adam, bir yanıyla çelik ciğerli adamdır; yarımdır, çok şeylerin hakkını yer, çok kişiye acı çektirir, yakınlarını mutsuz eder.

Nazım, aileyi boşladı. Aile anlayışı uymaz bizimkilere. Münevver’den doğma Memed’in 1970’te 18 yaşındaki Memed’in, Varşova’da Milliyet yazarlarına anlattıkları hazindir. Oğlu hiç de iyi konuşmuyor babası hakkında. Şair, hiç arayıp sormazmış öz oğlunu. Bir görev şairi olması, bazı vicdani borç ve ödemelerini unutturmuştu Nazım’a. Kendimizi yüceltme, bir davaya adama yolunda en yakınlarımız nasıl yüzüstü bırakılır? Sırf yazı, yalnız eylem olamayız. Bu yazıyı özel hayatımızın karartıp ağartabileceğini nasıl düşünmeyiz? Tutumundan, hayatından memnun muydu Nazım? Çok azdır bu sevinç. Çok az olmalı. İnanmış biri de açık verir. Orta halli bir vatandaşın kırık kopuk, yarım iç huzuruna karşı duyduğu özlemi Nazım da gizleyemedi, büsbütün inkar edemedi.

Ve benim için, insan olarak, Nazım’ın yalnızlık ve gurbetlerini kaçırmadığı o, dava dışı son şiirleri daha büyük bir önem taşıyor…

Bir insanın, çok zaman kendisi için de bir muamma olduğunu da kabul ediyorum. Bütün yorumlarımızın, ne etsek tam kavrayamayacağımız bir insan gerçeğine az çok yaklaşma çabasında, ancak görece yakıştırmalar olabileceğini de kabul ediyorum. Hepimiz her şeyi, sonunda, bir mizaç açısından yetişme eğitim şartlarımıza bağlı, bilinçaltı önyargılarla değerlendiriyoruz. Nazım, gene de bir kırıklık benim için.”

Birbirine evlenmeyi yasaklayan, “devrimle nikahlı” bir güruhun, “aileden, vicdani borç ve ödemelerden” bahseden bu yazı üzerine “küçük burjuva şairi” Behçet Necatigil’e nasıl saldırdıklarını düşünmek bile istemiyorum. Oysa bu yazıda Necatigil, Sibel Oral’ın deyimiyle Nazım’ın “şairliğini değil ailesine olan bağlılığını sorguluyor”du.

Behçet Necatigil’e saldıran, Memet’i derin bir kuyunun dibine gömen, Nazım’ın yazdıklarıyla şan, şöhret ve para kazananların tümü bu işi “devrim uğruna” yapmışlardı. Yoksa sadece “Karlı Kayın Ormanında”nın telifi anayla oğula yeterdi.

*

Sibel Oral’ın kitabının esas kahramanlarından birisi Memet’se, diğeri de onun arkadaşı, akrabası Gündüz Vassaf’tır. Gündüz Bey kitapta, üvey oğlu Mehmet Fuat’ın Nazım Hikmet’in “edebi mirasına” sahip çıkmasını takdir ediyor ancak Mehmet Fuat’ın çok uzun yıllar boyunca “Nazım benden sorulur tavrını ahlaken üzücü” buluyor ve şunları söylüyor:

“Aziz Nesin de benzer bir şey yaptı, Nazım Hikmet’in Türkiye’de nasıl algılanacağı benden geçsin istedi. O da kendine göre bir Nazım Hikmet imajı verdi. Biraz da Nazım Hikmet kadar meşhur olma arzusuyla. Onun için önceki Nazım Hikmet imajının yıkılması lazımdı. Gazetelere manşet olacağını bilerek ‘Nazım Hikmet yıkanmaktan hoşlanmaz’, ‘Nazım Hikmet yalan söyler’ gibi cümleleri kullandı kitabında. Röportajlarda söyledi falan filan. Aziz Nesin edebiyatçı, Nazım Hikmeti de edebiyatıyla değerlendir öyleyse. Magazine malzeme yapma. Çankaya’da Zülfü Livaneli Kültür Merkezi’ndeki heykel örnek verilebilir. Zülfü Livaneli Nazım Hikmet’ten daha büyük, elini omzuna atmış Nazım’ın. Sanki Nazım küçük kardeşi Livaneli’nin. Bilirsin Türkiye’de darbelere meşruiyet atfetmek için Atatürk’ün önünde fotoğraf verirler falan. Bunun gibi bir durum bu da. İyi sanat yapmaları yetmiyor sanki bir de Nazım’la anılmaları gerek. O kadar şey var ki Nazım’ın şiirlerinde eleştirilecek. Bu şiirler de kötüdür diyebilecek de kimse çıkmadı. Nazım’ın edebiyatı hala bir puttur.” (S. Oral, “İşitiyor musun Memet?”, s.254)

*

Şiir hissiyattır, devrim veya dava ise kör bir bıçak... Şiir kalbe işler, kana karışır, dünyasını büyütür insanın, hayatı sevdirir; devrim veya dava ise o kör bıçakla kalbi söker atar, hissiyatı öldürür. Bu yüzden hangi şair devrimin veya davanın şiirini yazıyorsa yazdığı şiir, şiir değil yalandır. Ondandır, bütün devrimci ve bir dava uğruna ölmeye hazır şairler, yalan söyledikleri anlaşılmasın diye aşklarının yerine devrimi veya davayı koyarlar. Kendine gerçek aşkını, bize devrimin veya davanın şiirini söylerler.

Siz siz olun, inanmayın şairin sözüne!

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar