Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Dünyanın en büyük kitap mezarlığı ülkemizdedir sanırım. Basılı bir eser olarak kitabı elimize aldığımız günden beri ona yapılan düşmanlık, zamanla onu çok tehlikeli bir nesne haline getirdi. Okuyanın ceza aldığı, bulunduranın suçlu göründüğü günden beri ona sahip olanlar, “tehlike anında” ondan kurtulmak için ya ocağa, sobaya atıp yaktı ya da biraz daha geniş zamanı varsa, tıpkı ölüsü gibi ona güzel bir mezar kazıp toprağa gömdü. Gömülmekten kurtulan çoğu kitap ele geçirilen silahların, mermilerin arasında, bir masanın üzerinde bize, o silahlarla birlikte gösterilerek, ne kadar tehlikeli şeyler oldukları bir kez daha hatırlatıldı.

*

Gutenberg matbaayı icat etti, üç sene sonra Fatih İstanbul’u fethetti. Matbaanın memleketimize gelişi ise neredeyse 300 sene sonraya rastlar. İbrahim Müteferrika 1727 yılında ilk Türk matbaasını kurdu, iki sene sonra 31 Ocak 1729 yılında Vankulu Mehmet Paşa’nın “Vankulu Lügati” bu matbaada basılan ilk Türkçe kitap oldu.

O günden itibaren “kitap üzerine” yemin eden bir toplum olduğumuz halde (ilk fırsatta kitaba küfredenleri dışında tutuyorum) kitabı düşman belledik. Maruz kaldığımız, kalmamız muhtemel olan bütün zararlı fikirleri kitaplardan bildik.

*

Kitap düşmanlığı 1867 yılında yayınlanan “Ali Paşa Kararnamesi”yle başladı. “Memleketin genel çıkarlarına” aykırı davranan her türlü basılı mevkute bu kararnameyle yasaklandı. Kitaplar ise Meclis-i Maarifçe incelendikten, “memlekete ve devlete zararlı olmadıkları” saptandıktan sonra basılabildi.

Sultan Abdülhamit bu mirası devralarak tahta çıktı.

Kitap sansürü ve düşmanlığı Abdülhamit’ten önce de vardı. Abdülhamit, 1881 yılında kitap sansürü işini “Meclis-i Maarif”ten alıp yeni kurulan “Encümen-i Teftiş ve Muayene” kuruluna verdi.

Bu kurulun görevi; içeriği ne olursa olsun memleket içinde basılan ve memlekete dışarıdan giren kitapları incelemekti.

İlk kurulduğunda bu kurul 7 kişiden oluşuyordu. 26 sene sonra 1907 yılına geldiğimizde kurulun sayısı 59 kişiye çıktı. Bu süre sonra kurul da yetmez oldu, arada “Encümen-i Teftiş ve Muayene”nin inceleyip basılmasına ruhsat verdiği Arapça, Farsça ve Türkçe kitapları yeniden inceleyen “Tetkik-i Müellefat Komisyonu” adında daha yüksek bir kurul kuruldu.

Bu kurul 8 kişiden oluşuyordu. Yanında bir de “dini kitapları” inceleyen 8 kişilik bir başka kurul daha vardı. Böylece sansür heyetinin sayısı 75’i buldu.

*

Kitaplara önceleri “kuşkuyla” bakılıyordu, zaman geçip kitap sayısı artınca da o kuşku yavaş yavaş yerini “düşmanlığa” bıraktı.

Şu örnek ne demek istediğimi daha iyi açıklar sanırım.

1902 yılında Maarif Nazırlığı’ndan Mabeyn Başkatipliği’ne şöyle bir yazı gitti:

“Encümen-i Teftiş ve Muayenece, zararlı olmalarından dolayı şimdiye kadar tutuklanıp el konularak toplanıp kalmış ve Kağıthane civarında yakılıp yok edilmesi için izin istenmiş olan yüz elli çuval kitap ve kağıtların oraya yollanmasından vazgeçilip Nezaret avlusundaki veya o civardaki bir yerde yakılıp yok edilmek için, Allah’ın gölgesi olan Padişahın sözlü iradeleri bulunduğundan, Nezaret dairesinin arka tarafındaki bahçede adı geçen kağıtların bir demir kafes içinde yakılıp yok edilmelerinin mümkün olduğu anlaşılmıştır; ancak, ne kadar çaba ve özen gösterilse yine de yanan kağıtların havalanarak etrafa dağılması ve duman çıkması önlenemeyeceğinden, bunların ise etraftan dikkat çekeceği, geçen yıl hademe tarafından bazı eski ve gereksiz kağıtların avluda yakılması üzerine yangın var zannedilerek tulumbacıların Nezaret dairesine koşup gelmesiyle anlaşılmıştır. Nezaret civarında bulunan Çemberlitaş hamamının külhanında yakılmaları halinde ise, böyle sakıncalara meydan kalmayacağı gibi, sözü edilen külhan Nezaret bahçesine bitişik ve söz konusu kağıtların bulunduğu mahzen yakınında olduğu için, kağıtların dışarıya çıkarılmaksızın doğrudan doğruya ve gürültüsüzce oraya taşınması ve yakılması kaabil olacağından, bu yol her bakımdan uygun görülerek hamam kiracısı çağrılıp zararlı kağıtlardan söz edilmeksizin bazı gereksiz kağıtların hamam külhanında yakılacağı bildirilip razı edilmiş ve cumadan başka her gün birer miktar kağıtların Encümen-i Teftiş ve Muayene Başkanı Abdullah Hasip Efendi hazretlerinin gözetimi altında olarak Meclis-i Maarif üyelerinden İbrahim Efendi ve ilkokullar müdürü Şükrü Bey’in çalışmalarıyla ve son derece dikkat ve özenle söz konusu külhana taşınma ve yakılmaları ve böylece az zamanda arkasının alınması mümkün bulunmaktadır. Allah’ın gölgesi padişahça ne yolda emir ve ferman buyurulursa, yüce hükmünün yerine getirileceği arz olunmakla…”

Belli ki Maarif Nazırının dahiyane önerisi Allah’ın gölgesi Sultan Abdülhamit Han tarafından uygun görüldü ki, kitapları yakmakla görevli kurul birkaç gün süren meşakkatli yakma eyleminden sonra şöyle bir tutanak düzenledi:

“Encümen mahzeninde tutulup Çemberlitaş hamamında yakılıp yok edilmesi yüce Halifenin iradesi gereğince yüz elli çuval zararlı kağıtların kimse görmeyerek uygun biçimde adı geçen yere taşınması için Nezaret dairesine bitişik hamamın bahçe duvarında bir geçit açılarak bugün saat altı buçukta yakılmasına başlanmış ve vakit elverdiği ve külhanın alabildiği derecesinde saat on buçuğa kadar on üç çuval önümüzde yaktırılmış ve hepsi kül haline geldikten sonra su döktürülüp mahvedilmiş ve yarın sabah saat on ikiden itibaren tekrar işe başlamak kararlaştırılmış olduğu bilgi olarak arz olunur. Ol babda -7 Mayıs 318 (1902)- İmzalar”

“Bugün dahi sabahleyin saat on ikide toplanarak zararlı kağıtların yakılmasına ve yok edilmesine başlanmış; külhanın genişliğinin yetersizliğinden dolayı saat on buçuğa kadar yirmi iki çuval yaktırılabilmiş ise de, hamam külhanında şunun bunun gözüne çarpmamak için üstüne su dökülerek çamur haline getirildikten sonra daireye bitişik bahçede özel olarak hazırlanan çukura doldurulup toprakla da örtülmüş ve yarın dahi bu vakit ve zamanda işe başlanacağı kararlaştırılmış olmakla, ol babda… -8 Mayıs 318”

“Bugün dahi sabah saat on ikiden akşam on ikiye kadar zararlı ve yasak kağıtlardan elli beş çuval yaktırılmış, şimdiye kadar yakılıp yok ettirilen kitap ve risalelerin konduğu çuvallar yüz altmış beşe çıkmış ve eski toplamdan fazla görünen on beş çuval, Encümen mahzeninde dağınık olarak bırakılan kağıtların varlığından doğmuş ve Padişah hazretlerinin yüce iradesi gereğince yok edilmesi gereken kağıtlardan eser bırakılmamış olmakla, ol babdan… -12 Mayıs 1318”

*

Türkiye 20. yüzyıla “kitap düşmanı” bir ülke olarak girdi. Öyle ki kitap bastırmak deveye hendek atlatmaktan zor bir iş haline geldi. Basılması için izin almak dert, izinden sonra matbaaya vermek ayrı bir dertti. Hele satmak, bulundurmak ve okumak bambaşka bir dert…

İncelenmek üzere Encümen’in eline geçen kitap ayrı ayrı dört kişi tarafından okunuyor, her biri bir bölümü atıyor, çiziyor, sayfalar delik deşik oluyordu. Bu yüzden kalan metin yazarın metni olmaktan çıkıyordu. Halit Ziya Uşaklıgil “Kırık Hayatlar” romanının sansürden çıkmış halini görünce, “böyle yazarlık yapmaktansa hiç yazmamak evladır” dedi ve 1902 yılından Meşrutiyetin ilanına kadar tam altı sene boyunca tek bir kitap bile yazmadı.

*

Bu arada sansürle görevli Encümen azalarını sayısı her geçen gün arttı. Azalar arttıkça kitap sayısı azaldı. Öyle bir an geldi ki sansür etmek için Encümen azaları okuyacak kitap bulamaz oldu. Ama devlette devamlılık esastır, elbette devlet, memurunu boş bırakacak değildi; onlar da okuyacak kitap bulamayınca bu kez sigara kağıdı ve kibrit kutusu kapaklarındaki resimleri incelemeye ve sansür etmeye başladılar.

Müstecabizade İsmet Bey adında bir şairin Padişaha verdiği bir jurnal bu bahse şahane bir örnektir:

“İngiltere’den gelen kibrit kutularının kapakları kan rengini andırdığı ve markası da kılıç şeklinde olduğu gibi ‘ittifak’ anlamına gelen Fransızca ‘Union’ kelimesi de yazılı bulunduğuna göre bunun özel bir düşünceye dayandığı…”

Bu ve buna benzer “ihbarlar” yapan “jurnalcıların” bir diğer işi de yasaklanmış kitapları satan ve okuyan şahısları Saraya ihbar etmekti. O devirde jurnalcılık o kadar yaygınlaşmıştı ki, Halit Ziya Uşaklıgil “Kırk Yıl” adlı hatıratında, “Herkes birbirinden korkar, babalar çocuklarından, kocalar karılarından saklanırdı,” der. “Babasını, anasını, kardeşini, evlatlarını jurnal edenler de görülmüştür.”

Bu devirde üç beş kişi bir araya gelip sanat, bilim, din, felsefe üzerine sohbet ederse, hele yanlarında kitap falan varsa vay hallerine. Jurnalciler hemen haberi saraya ulaştırırdı.

Eski Hariciye Nazırlarından Rıfat Paşanın sanata, kültüre meraklı oğlu Rauf Bey bir gün Çubuklu’daki yalısına, hindi ve kaz ziyafeti eşliğinde sohbet etmek için birkaç dostunu davet eder. Yenilip içilir, sohbet koyulaşır, komşuları hemen “yalıda gizli toplantı var” diye onları ihbar eder. Ev anında basılır, yalıdakiler cümbür cemaat Yıldız’a götürülür. Sorgu başlar. Sorguya çekileceklerden birisi de amedi hulefasından (Babıali ile saray arasında yazışmaları yürüten kişi) Sahip Efendi’dir. Sahip Efendi çok korkar. Daha sorgu başlamadan, tir tir titreyerek yemin eder, dili dolaşa dolaşa kendini şöyle savunur:

“Hindi yedik, kaz dolması yedik… Kaz yedik, dolma yedik, başka bir bok yemedik.”

*

Rudyard Kipling'indi sanırım; şuna benzer bir sözü kalmış aklımda:

"Kitapları yasaklamak, yakmak, imha etmek suçtur. Ama asıl büyük suç onları okumamaktır."

(Bu yazıyı yazarken Cevdet Kudret’in “Abdülhamit Devrinde Sansür” kitabından yararlandım.)

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar