Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Ortaokulun son sınıfında okuyan kızım odasından çıktı, “Baba, hocam bana bir ödev verdi, biraz konuşabilir miyiz?” dedi.

“Peki kızım,” dedim, “gel anlat hele.”

Anlatmaya başladı. İlk defa duyduğum bir kavram çıktı çocuğun ağzından:

“Dark” yani “kara turizm…”

Meğer İngilizcede “dark turizm”e (“güneş ışığından yoksun yer” anlamına gelen “dark” Batı kültüründe “soykırım”, “cinayet”, “savaş”, “ölüm” gibi negatif çağırışımlar yapan bir anlama sahipmiş) Türkçede “kara turizm” deniyormuş. Biraz geveledi çocuk; Kürtçe ve Türkçe dışında bir dil bilmeyen babasına meseleyi izah etmek için epeyce dil döktü, meselenin özünü kavradıktan sonra ikimiz, “İnsanlığın acılarına doğru seyahat etmek” gibi bir tanıma vardık “dark” veya “kara turizmi”ne dair. İnsanın seyahat edebileceği en ilginç ve aynı zamanda en ürpertici, en acı olayların yaşandığı yerler “kara” veya "hüzün turizm” alanına giriyor, hocası böyle anlatmış.

Şimdi sorusuna geçelim:

“İnsanlar neden bu tür mekanları ziyaret ediyorlar?”

Bu soruyu araştıracak, sonra da sınıfta “dil dersinde” bunu İsveççe olarak izah edecek.

*

Dünyanın en şanslı babalarından birisiyim; biri ilkokul son sınıfa, öteki ortaokul sona giden iki çocuğumdan her gün yeni bir şey öğreniyorum.

*

Araştırmaya giriştik. Bu mevzuya dair, internette yayınlanmış çok sayıda makaleye rastladım. Büyük bir kısmını okudum. İşin özü şu: Geçmişte ölümün, şiddetin, işkencenin, zulmün, acı hadiselerin yaşandığı mekanlar öteden beri insanların ilgisini çekiyor. Araya zaman girince, oralara dair anlatılar yaygınlaştıkça, filmlere, romanlara, şiirlere girince, yani artık sanatın konusu haline gelince o mekanlara gitmek, o atmosferde bulunmak, o acı hadisenin yaşandığı anı hayal etmek değişik nedenlerle insanların ilgilendiği bir şey haline geldi.

Üstelik bu tür seyahatler bugünün işi de değil. Kökleri çok derinlerde. Temeli toplu idam törenlerine kadar, vahşi ölümlerin yaşandığı Roma dönemindeki gladyatör oyunlarına kadar uzanıyor.

(Ahaliye açık toplu idamların amacı “ibret-i alem” içindir. “İbret” alsınlar diye idamlar çoğaldıkça “ibret” alan pek olmadı, dünyamız yine zulmün mekanı olmaya devam etti. Engizisyon dönemini hatırlayalım bir. O kadar çok insanın kellesini uçurdular ki, bıçaklar köreldi.

1950’lerin sonuna kadar bizde de “ibret-i alem” olsun diye idamlar halka açık yapılırdı. Bu idam “törenlerine” giden gazetecilerden birisi de “Bay Alkolü Takdimimdir” adlı bir kitap yazmış rahmetli Halit Çapın’dı. Alkolle olan sorununu sorduğumda bir gün bana, “Beni Sultanahmet Meydanı’nda Ayasofya’nın yan tarafındaki parkta halka açık yapılan idamları izlemeye gönderiyorlardı sabah sabah Kürdoğlu… Çoğu zaman biz gazetecilerden önce ahali geliyordu buraya. Nevaleyi alıyor, çoluk çocuk hep birlikte pikniğe gider gibi idam seyretmeye geliyorlardı sabahın köründe, al sana alkolik olmamın bir sebebi daha…”)

*

Bugün artık küresel bir akım haline gelmiş olan “kara turizm” veya “hüzün turizmi”turuna çıkanlar en çok şu mekanları merak ediyorlar.

1975-1979 yılları arasında 1.7 milyon insanın katledildiği Kamboçya’daki “Ölüm Tarlaları”… 1994’te Ruanda’da üç ay içinde toplam 800 bin Tutsi ve Hutu’nun katledildiği yerler… 1995’te yaklaşık 8 bin Müslüman erkeğin Sırp ordusu tarafından öldürüldüğü Bosna-Hersek’teki Srebrenitsa bölgesi… Almanya’da Nazi rejiminin 1940-1945 yılları arasında Avrupalı Yahudilere karşı soykırım yaptığı Auschwitz Kampı…

Bizde Çanakkale savaşının mekanı olan Gelibolu yarımadası, ABD’de Kennedy suikastının gerçekleştiği yer, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının belirgin alanları, San Francisko’daki Alcatraz Cezaevi, bizde Sabahattin Ali’nin aynı zamanda bestelenmiş olan “Aldırma Gönül” şiirini yazdığı Sinop Cezaevi, birçok ünlünün yattığı Ankara Ulucanlar Cezaevi, geçmişte kölelerin kapatıldığı, alınıp satıldığı ve UNESCO tarafından “Dünya Mirası” listesine alınan Guana’daki Cape Coast ve Elmine; dünyaya nükleer felaketi hatırlatan Çernobil, Japonya’nın nükleer felaket bölgesi Fukushima, atom bombasını yemiş olan Hiroşima ve Nagazaki, Berlin Duvarı, Amsterdam’da bulunan Anna Frank’ın Evi, Londra zindanlarında Karındeşen Jak turu…

Buralara giden turistler çoğu zaman “canlandırmalarla” da karşılaşıyor. Mesela JFK Suikastı yeniden canlandırılıyor, bir artist de eşini oynuyor, Avrupa’da devasa Birinci Dünya Savaşı canlandırmaları var, Çarmıha gerilen İsa canlandırması, Karındeşen Jak turu hakeza… Bu konuda seyrettiğim David Farrier adlı Yeni Zelandalı bir gazetecinin yaptığı bir belgeselde, “kurbanlarını yiyen eşcinsel bir seri katilin” cinayetleri işlediği evde bugün birçok Amerikalı meraklı kadın, bekarlığa veda partilerini veriyor.

*

Şimdi gelelim kızımın sorduğu sorunun cevabına… “Karanlık hadiselerin” mekanları, trajedilerin vuku bulduğu yerler, terk edilmiş şehirler, doğa ve nükleer felaket bölgeleri, eski hapishaneler ya da toplama kampları, kısacası bugün “hafıza mekanları” olarak tarif edilen bu yerler neden insanların ilgisini çekiyor? Hangi dürtülerle insanlar bir hayli para harcayarak ziyaret ediyor oraları? İş sadece turizm firmalarının pazarlama reklamlarına bağlanabilir mi? Yoksa yüzleşmek mi? Yoksa karşımıza çıkan bir empati fırsatını değerlendirmek midir bu seyahatler? Mesela Çernobil’i şu ana kadar yüz binin üzerinde turist ziyaret etmiş. Polonya’da bulunan Auschwitz’i sadece 2014 yılında 1.5 milyon kişi görmeye gitmiş. Bir terör saldırısı sonucu yıkılan New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ni 2002 yılında 3.6 milyon kişi ziyaret etmiş.

Alcatraz’ı ise yılda 750 bin kişi görmeye gidiyor.

Neden acaba?

Bu sorunun cevabını arayan çoğu araştırmanın sonucu bizi “şaşırma” kavramına götürüyor. Her şey artık çok aleni yaşanıyor günümüzde. Hızlı medya çağında gelişen teknoloji bize her şeyi artık “anında” gösteriyor. Böyle böyle merak ettiklerimiz gittikçe azalıyor, artık hiçbir şeye kolay kolay şaşırmıyoruz. Artık bizi daha çok “şaşırtan”, daha çok “heyecanlandıran” şeyler makbuldür, onların peşine düşüyoruz.

“Hafıza mekanlarına” bizi götüren orada bizim yaşamamış olmamızdır belki. Misal 1980’li yılların Diyarbakır Cezaevi’nde yaşatılan zulmü yaşamış birisi o mekanı bir daha görmek istemez. Ama orayı yaşamış birisinin yazdığı bir kitabı okuyan birisi, en çok o mekanı merak eder. Daha önce o zulmü yaşamamış olan birisinin o zulmü yapan kişi veya kişilerin beynine girme isteği onu o zulmün mekanına sürükler. Bunu yapan insan nasıl bir insandı sorusu merakımızı daha da depreştirir. Hayatta olduğumuz, orada o işkenceyi görmüş, orada o zulmü yaşamış, orada canını vermiş o kurbanların yerinde olmadığımız için şükredip rahatlıyoruz.

İlk anda karşılaştıklarımız “aman Allah’ım ne kadar korkunç” dedirtse de bize, “daha fazla” ayrıntı öğrenmek istiyoruz, bize daha fazlasını göstersinler beklentisine giriyoruz. İğreniyoruz, midemiz kaldırmıyor, canımız yanıyor, kızıyoruz, bağırmak istiyoruz, ürperiyoruz ama daha çok detay duymak, daha fazlasını görmek istiyoruz.

*

Görmeden inanmıyor çoğu insan çünkü. Görmek kelimelerden üstündür. Görmek hatırlatır, hafızayı güçlü kılar. Hatırlamak, zihinde bir resim çizer.

Görmek, gördüğün şeyde kendini görmektir. Kızımın ev ödevine yardım ederken bunu gördüm.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar