Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

1990’lı yılların başında istemeden, dönüp arkama baka baka gazetecilik mesleğine veda etmek zorunda kalınca, bir süre işsiz, sefil ve aç dolaştıktan sonra arkadaşım Sait Aytemur, genel müdürü olduğu Manajans’ta metin yazarlığı işini teklif etti bana. Nasıl bir iş olduğunu bilmeden hemen evet dedim, sektör değiştirdim, gazeteciliği bırakıp reklamcılığa başladım.

Çok iyi para veriyorlardı. Maaşımız hiç gecikmiyordu artık. Uzun bir süreden beri “açlıkla” pençeleşirken aniden canım ne istediyse onu yemeye başlamıştım.

Her ay maaş bordroma bakıyordum. Elime geçen para neyse aynısı bordroda yazıyordu. Bu çok alıştığım bir şey değildi. O zamana kadar çalıştığım iş yerlerinde bize sözlü söylenmiş bir maaşımız, bir de bordroda yazılı maaşımız vardı, aradaki farkı vergiden kaçırmak için elden veriyorlardı işverenler.

Manajans’ın sahibi, Musevi işadamı, Türkiye’de reklamcılık mesleğinin kurucu babası, her sene kendi alanında vergi rekortmeni Eli Acıman, Müslüman-Türk işverenler gibi yapmıyor, maaşımız neyse onu bordromuza aynen yazıyordu. Yani vergiden kuruş kaçırmıyordu.

*

Yazarlık hayatımda bana “kelime ekonomistliğini” öğreten, saçma sapan bir metin bile olsa ona saatlerini ayıran, bir virgülün yerini değiştirerek metne bambaşka bir anlam katma becerisine sahip Bay Acıman’a (herkes ona böyle hitap ediyordu) bir gün böyle bir metin üzerinde ter dökerken biraz nefes almak için şu maaş işinde neden öyle davrandığını sordum.

Elindeki kurşun kalemi bıraktı, gözlüklerinin üzerinde bana değen bakışlarının gerisindeki derin kederi gizleyemeden, “Ben Varlık Vergisini yaşadım Muhsin,” dedi hüzünlü bir sesle.

Daha önce kulağıma çalınan ama hakkında çok az şey bildiğim “Varlık Vergisi” ne olduğunu ilk defa patronum Eli Acıman anlatmya başladı bana:

“Askerdeydim. Varlıklı bir kumaş tüccarının oğlu olarak gitmiştim askere. Ehliyetim vardı, komutan beni şoförü yaptı, rahattım. Savaş sürüyordu dünyanın bütün cephelerinde. Kıtlık, sefalet diz boyu… 1942 senesinde çıktı bu kanun. Savaşın yarattığı tahribata çare ararken hükümet zengin gayrimüslimlerin mallarına göz dikti, babama galiba binlerce lira falan vergi çıkardılar. Her şeyini haczetmeye başlayınca kalp krizinden öldü babam. Annemin boynundaki takıları da aldılar, yalıdan çıkıp Fenerbahçe’de iptidai bir eve taşındı. Borcumuz bir türlü kapanmıyordu. Borcunu ödeyemeyenlere 1943 yılının Ocak ayında Aşkale yolları göründü. Babam da borcunu ödemeden ölmüştü. Onun yerine Aşkale’ye götürmek için benim peşime düştüler. Terhis günümde birliğime kadar geldi memurlar. Alıp Aşkale’ye götüreceklerdi. Komutanım albay müthiş bir tepki gösterdi gelenlere, onları kovmaktan beter etti. Terhisimi geciktirdi, bana teskereyi vermedi, beni alıp götürmelerinden korkuyordu. Altı ay daha askerliğimi uzattı, ortalık sakinleşti, öyle çıktım kışladan.”

Albay eğer o gün dışarıdaki “vatanseverler” gibi davransaydı, Eli Acıman’ı ölen babasının yerine Aşkale’ye götürmek isteyenlere teslim etseydi belki de Türkiye’de reklamcılık denilen mesleğin yolculuğu çok farklı olacak, bugünkü durumundan değişik bir merhalede yürüyecekti.

Her şeye sahip zengin biri olarak gidip 42 ay askerlik yaptıktan sonra babasız, işsiz ve beş parasız fakir bir genç olarak İstanbul’a dönen Eli Acıman, Vitali Hakko’nun yardımıyla Türkiye’nin ilk reklam ajansını kurdu ve yaşadığı uzun hayatı boyunca Türkiye’yi böyle bir meslekle tanıştırmanın gururunu yaşadı büyük bir keyifle.

*

Eli Acıman’ın hüzünlü hikayesini ondan dinledikten sonra “Varlık Vergisi” uygulamasını daha çok merak ettim ben de. Rıdvan Akar’ın “Varlık Vergisi” adlı kitabı o günlerde çıkmıştı. Alıp okudum. Sonra arkası geldi. Yılmaz Karakoyunlu “Salkım Hanımın Taneleri” romanını ondan önce 1989 yılında yayınlamıştı ancak henüz okumamıştım, onu okudum. Milenyuma girmeden 1999 yılında Tomris Giritlioğlu aynı romanı sinemaya uyarladı. Artık yavaş yavaş Ayhan Aktar’ın kitabına başlık yaptığı deyimle bir “Türkleştirme” politikası olarak tarihimize geçen Varlık Vergisi hakkında benim gibi birçok kişi az buçuk da olsa bir malumata sahip olmuştu.

*

Almanlar ha kazandı ha kazanacak, Hitler’in dünyanın yeni hükümdarı olacak denilen bir dönemde kondu Varlık Vergisi. Vergide objektif ölçü yoktu. Mükelleflerin dili, dini, kökeni esas alınmıştı. Hepsinin adının yanına “G” ve “M” işaretleri konmuştu. Devlet kendi vatandaşlarını “G” ile “Gayrimüslim”, “M” ile “Müslüman” diye ikiye ayırmıştı. “D” harfi de “Dönmeleri” işaret ediyordu.

Başvekil Şükrü Saraçoğlu, Yılmaz Karakoyunlu’nun deyimiyle, “İstanbul’dan on beş günde üç yüz milyon lira istiyordu. Cumhuriyet’in on yılda topladığı verginin yarısını on beş günde almayı kafasına koymuştu.” Başvekil kararlıydı, şöyle haykırıyordu:

“Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”

*

Vergi uygulanırken, verginin bütün yükü “G”nin, yani “Gayrimüslim” vatandaşların Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin omzuna yüklendi, misal Balıklı Rum Hastanesi’nde kalan akıl hastaları, hastalıkları nüks etmediği zaman hastane içinde arızi işlerde çalıştırılmalarının karşılığında aldıkları cüzi meblağlardan ötürü vergilendirildiler, Türk memurlar vergilendirilmediler ama mesela onların gayrimüslim odacılarına vergi çıkardılar, vergiyi ödeyemeyenler ise Aşkale’ye taş kırmaya gönderildiler. Aşkale’ye gidenlerin arasında tek bir Müslüman mükellef yoktu.

*

Almanlar Stalingrat’ta Rusların insan bedeninden yaptığı sert duvara çarpınca savaşın seyri değişti. Bozgun baş gösterdi, 15 Mart 1944’te müttefiklerin üstünlüğü belirgin bir hal alınca, yani artık Hitler denilen canavar dünyanın hükümdarı olamaz diye herkeste ortak kanaat oluşunca Saraçoğlu hükümeti aynı gün Varlık Vergisini yürürlükten kaldırdı.

Faşizmden bize hayır yoktu demek! O zamana kadar onların yanında cansiperane çarpışan bütün Hitler hayranlarına yavaş yavaş “tabutlukların” yolu göründü böylece.

*

Çok partili hayata geçtik, “Varlık Vergisi Faciası” da sanki unutuldu. Hiçbir kitaba girmedi. Hele edebiyata hemen hemen hiç konu olmadı. Bazı romanların satır aralarına sindi, o kadar.

Rahmetli Kemal Tahir bile fazla yüz vermedi ona. Sadece “Namusçular” romanında kısaca bahsetti. Tözey, romanın kahramanlarından birisidir. Düşmüş bir kadındır. Devlet Tözey’den vergi ister, o da başkasından borç alarak vergisini öder. Yazarın amacı bu verginin sadece zenginlerden alınan bir vergi olmadığını göstermektir. Düşmüş, çaresiz, fakir insanlar da devletin hışmı uğramışlardır. Tözey şöyle der:

“Verdik. Koca Emniyet Müdürü neler söyledi. Vatan tehlikede imiş, bu parayla orduyu besleyecekmiş düşmana karşı.”

Kemal Tahir bu replikle hükümetin savaş siyasetini ironik bir edayla eleştirir.

Bundan başka Türk edebiyatında Varlık Vergisi’ne dair kayda değer bir anlatı yoktur o yıllarda.

Bazı hatıra kitaplarında ise kıyısından köşesinden bahsedilir bu faciadan. Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Politikada 45 Yıl” kitabında “tatbik şeklini ne medeni, ne de hukuki, ne de insani” bulmadığını söyler.

Şevket Süreyya Aydemir ise başka bir pencereden bakar meseleye. İsmet İnönü’yü anlattığı “İkinci Adam” kitabında yer verir hadiseye. Şevket Süreyya o sırada Sanayi Tetkik Heyeti Başkanı’dır. Onunla İstanbul Musevileri’nin ruhani lideri ve İstanbul milletvekili tarihçi Prof. Avram Galanti arasında çarpıcı bir diyalog geçer. O konuşmayı Aydemir kitabında şöyle nakleder:

“Galanti Efendi, dedim, siz tarihçisiniz, işi şöyle almalısınız: Biz Türkler asırlardan beri bin bir harpte, bin bir cephede kan dökmekten, askerlik etmekten, ticarete, sanayiye, para ve sermaye biriktirmeye vakit bulamadık. Sizler, yani bütün azınlıklar ise bunları yaptınız. Biz sizi savaşlardan koruduk. Siz orduya asker vermediniz. Hatta birtakım yollarla vergi de vermediniz. Ticareti, sanayi, ithalat ve ihracatı, para ve sermayeyi ellerinizde topladınız. Bu işler, bizim asırlarca döktüğümüz kanlar pahasına ve hele Tanzimat’tan sonra münhasıran siz azınlıkların ellerinde toplanan imkânları kollamak için oldu. Tanzimat Fermanı bile, bizleri bu savaşlardan kurtarmak için değil, sizlerin mal, can emniyetinizi korumak gerekçesiyle ilan olundu. Bu bizim asırlarca dökülen kanımızla sizin bu sefer vereceğiniz bir iki yüz milyon kâğıt liralık varlık verginizi karşılaştırırsak ve buna hatta bir kan vergisi dersek, hesaplaşmamız acaba çok zalimane olur mu ne dersiniz? İsterseniz bizim dökülen kanlarımız ve sonu gelmez askerlik emeklerimizle sizin şu bir avuç vergi fazlanızı karşılaştıracağımıza, sizin biriken servetlerinizle bizim biriken kan ve askerlik haklarımızı teraziye koyarak hesaplaşalım. Eğer biz haksız çıkarsak, vergileriniz silinsin. Ne dersiniz?

Galanti şu cevabı veriyor:

‘Asla! Böyle bir hesaplaşmaya gidemeyiz! Çünkü o zaman yalnız bütün malımızı, mülkümüzü değil, cemaatlerimizin bütün fertlerinin canlarını da teraziye koyarsak, biz sizin asırlık kan ve askerlik haklarınızı ödeyemeyiz. Aldığınız vergi helâl olsun. Bu vergi, senin dediğin işler teraziye dökülünce, bizim ödememiz lâzım gelen, bir zerre bile değildir.’’

*

Bu bakış açısını sabaha kadar tartışmak mümkün. Biz vatanı “koruduk”, onlar da vatanı “beslesin” diyemez bir devlet. Devlet, kendi vatandaşları arasında “ayrım” yapamaz. “Eşitlik” vatandaş olmanın birinci ölçütü değil mi?

Bugün bile örneğin kanunu hazırlayan rahmetli Cahit Kayra ve Melih Aşık gibi birçok Kemalist yazar Varlık Vergisi’ni “Tekniği açısından kötü, aceleye gelmiş, harp zenginlerine öfkeyle yazılmış, uygulamada adaletsiz” bir vergi olduğunu kabul ediyor ve fakat buraya bir “ama” işareti koyup savaş yıllarından, “finans ihtiyacından” falan dem vurup Aşkale’de ölenlerle ilgili olarak da “Fransa'da toplama kamplarına gönderilen 75 bin Yahudi'den 72 bini geri dönmemiş, oysa bizde Aşkale'ye taş kırmaya gönderilen 1400 Yahudi işadamından yalnızca 20 kişi kampta ölmüş” deyip bu korkunç uygulamaya bir gerekçe arıyorlar.

Milyonlarca insanın ölümünden sorumlu Stalin’e atfedilen bir söz vardır, der ki:

“Bir insanın ölümü dramatik, bir milyon insanın ölümü ise istatistiktir” deyip bir başka hatıra kitabına geçmek istiyorum. Türkçe yazılmış en muhteşem hatıratlardan birisine, son günlerde sık sık başvurduğum Mina Urgan’ın o samimi "Bir Dinozorun Anıları" kitabına…

1925’te, 29 Ekim balosunda Atatürk’le dans ederken, kaygan zeminden dolayı, “Eyvah paşam yere kapaklanıyoruz” diyerek Atatürk’le birlikte yere yuvarlanan, o sırada Falih Rıfkı Atay’la evli annesi Şefika Hanım’a…

*

“Ülkenin tarihinde büyük bir ayıp” saydığı Varlık Vergisi sırasında annesine "hayran kaldığını" yazar Mina Urgan hatıratında.

Beyoğlu’nda Parmakkapı’da Hayat Apartmanı’nda oturuyorlar o sırada ana-kız… On iki dairelik apartmanın onunda Varlık Vergisi’nin gadrine uğrayan gayrimüslimler oturuyor. Sadece en üstteki iki dairede onlar ve başka bir Müslüman aile var. Kendilerine tahakkuk eden meblağı ödeyemeyen gayrimüslimlerin ev eşyalarına her an el konulabilir. Şefika Hanım o sırada öfkeden kuduruyor. Kendilerinden ve karşı komşusu Müslüman aileden tek kuruş vergi istemeyen devlet, geri kalan tanımadığı komşularından ödeyemeyecekleri miktarda vergi istiyordu. Bu büyük bir haksızlıktı. Hemen bir operasyona girişir Şefika Hanım.

Kızının yatağını ve eşyalarını oturma odasına taşır. Bir gece geç vakit, apartmanın dış kapısı kilitlendikten sonra apartmanda yoğun bir faaliyet başlar. On dairenin en değerli eşyaları kızının odasına taşınır. O küçük oda üst üste yığılmış otuz kırk halı, on radyo, on ya da daha fazla çatal bıçak ve yemek takımları, kıymetli vazolar, biblolar, gramafonlar, kürk mantolar ve daha neler nelerle dolar taşar. Apartmanın Sıvaslı kapıcısı Mehmet Efendi bu gizli faaliyetin farkındadır. Adamın o sırada oldukça revaçta olan “Sayın Muhbir Vatandaş” durumuna düşmesini engellemek için Şefika Hanım müthiş bir yaratıcı buluş yapar. Bir dinsel tören düzenler. Gece yarısı bir yolunu bulur Mehmet Efendi’yi evine çağırır. Bildiği bütün dini terimleri kullanarak o gavurların bizler kadar iyi insanlar olduklarını anlatan güzel bir nutuk çeker ona. Eğer olup bitenleri herhangi birine söylerse, Mehmet’in nasıl çarpılacağını, cehennemde nasıl cayır cayır yanacağını ikna edici bir dille anlatır ona. Her zaman başucunda duran, bir şala sardığı Kuranı Kerim’i şalından çıkarır, çok duygulanan, neredeyse ağlayacak hale gelen Kapıcı Mehmet’e Kuran’a el basıp bu konuda konuşmayacağına yemin ettirir.

Sıvaslı Mehmet yeminine sadık kalır.

Mina Urgan’ın annesi Şefika Hanım 1972 yılında ölür. Ölmeden birkaç gün önce kızına vasiyetini açıklarken başucunda asılı Kuranı Kerim’i gösterir ve ona şunları söyler:

“Ben öldükten sonra bu Kuranı Kerim’i şalıyla birlikte kapıcı Mehmet Efendi’ye ver kızım.”

Mina Hanım, annesinin vasiyetini yerine getirir.

Kapıcı Mehmet Efendi, o kitap üzerine ettiği yemine sadık kalmıştı çünkü.

*

Gelen memurlara Eli Acıman’ı teslim etmeyen Alay Komutanı isimsiz Albay’a, komşularının kıymetli eşyalarını tahsildarlardan saklayan Şefika Hanım’a, olup bitenler karşısında Kuran’a el basarak yeminine sadık kalan Kapıcı Mehmet Efendi’ye hakkını helal etmeyecek hiç kimse yoktur sanırım artık bu memlekette.

Ya Aşkale’de yol ve cami inşaatında çalışırken soğuktan donarak ölen o yaşlı insanlar… Ölürken bizim hakkımızda ne düşündüler acaba?

Ha, trajik şekilde ölenlerin ruhları öldükleri yerde kalırmış Melih Abi!

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar