"Gel: Were, Git: Here"
Kürtçenin tamamen yasaklandığı, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasının memleket sathına yayıldığı, dünyadaki bütün dillerin anasının Türkçe olduğu tezinin herkese benimsetildiği yıllardı. Annemin çocukluğuna rastlar o yıllar.
*
Yanık Anadolu türkülerini söyleyerek girerlerdi köye jandarmalar. Çocuk kafilesi karşılamaya giderdi onları.
Tek kelime dillerini bilmezdi çocuklar. Onlar da dillerinden anlayacak bir erkek ararlardı önce, ama sanki köyde hiç erkek yaşamıyordu. Zira gözcüler haber verir vermez köydeki erkeklerin tümü bir ağaç kovuğuna, bir kayanın girintisine, bir duvarın arkasına, bazıları da mısır tarlasının derinliklerine çoktan kendini atmış, sırra kadem basmışlardı.
İşte böyle anlarda Sürme çıkardı ortalığa...
Köye jandarmaların gelişine bir o, bir de çocuklar sevinirdi. Çocuklar her şeyi oyun sanıyordu Sürme , köye gelen jandarmaların arasında kendi oğlunu görürdü de ondan. Arka arkaya dizilmiş, yanık yanık türküler söyleye söyleye köyün girişine ulaşmış olan jandarmalara çocuklardan önce o ulaşır, ilk karşısına çıkana oğlunun adını takar, adeta yapışırdı ona.
Oğlu askere gitmiş dönmemişti. Yıllar yılı olmuş, hep gelişini beklemiş, zamanla köye yolu düşen her askeri kendi oğlu sanmış, onlarla haşır neşir ola ola da onların dilinden birkaç kelime öğrenmişti.
O yabancı kelimelerin kendi dilindeki karşılıklarını almış, onları arka arkaya dizerek uzun bir Türkçe-Kürtçe tekerlemeye dönüştürmüştü.
Tekerleme şöyle başlardı:
Gel: Were
Git: Here
Eşek: Ker e
Kapı: Der e
Dedim ya, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasının memleketin her yerinde sürdüğü yıllardı.
Annemin çocukluğunda başlamış, benim çocukluğumda da devam ediyordu.
*
Evinin dışında, kamusal alanda Kürtçe konuşana, kullandığı her kelimenin telgraf tarifesindeki karşılığı kadar para cezası kesilmesi uygulaması 1925 yılında patlak veren Şeyh Sait hadisesinden hemen sonra başladı.
Bu uygulama, isyandan sonra ta AK Parti hükümetlerine kadar yaklaşık 80 yıl boyunca devletin “Kürt politikasının esasını” oluşturan Şark Islahat Planı’nın getirdiği bir “tedbirin” sonucuydu.
Şark Islahat Planı’nın 14. Maddesi şöyleydi:
“Aslen Türk olup Kürtlüğe yenilmeye başlayan Malatya, Elazığ, Diyarbekir, Bitlis, Muş, Van, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairlerinde ve diğer kurum ve kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda, Türkçeden başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine muhalefet ve direnmek suçundan cezalandırılacaklardır.”
Oysa çok değil, bir sene önce imzalanan Lozan Barış Antlaşmasının 39. maddesine göre “Türk uyruğuna mensup her vatandaşa, dilediği dili dilediği gibi kullanabilme” özgürlüğü verilmişti. Şimdi bu “planla” antlaşmanın bu maddesi rafa kaldırılıyor, uygulama sadece “Doğu vilayetleriyle” sınırlı kalmayıp bütün memlekete sathına yayılıyordu.
Misal uygulama başlar başlamaz Temmuz ayında Bursa Belediyesi Türkçe konuşmayı mecburi hale getiren bir karar aldı, karara uymayan iki Yahudi vatandaş 5’er lira para cezasına çarptırıldı, hemen arkasından Balıkesir Belediyesi de benzer bir uygulamaya gitti.
Bu uygulamayı başlatanlara kim bu aklı verdiyse; Kürtler, Yahudiler, Ermeniler, Rumlar, Çerkezler, Lazlar yüzyıllardan beri kullandıkları, hayatını idame ettirdikleri, ilişkilerini sürdürdüklerin dillerini bir emirle hemen unutacak, onu kullanmaktan anından vazgeçecekler!
Olacak şey değildi!
*
Basın hemen harekete geçti. Kampanyayı yürekten alkışladı. Dönemin ateşli milliyetçi gençliği şaha kalktı. Üniversiteler inisiyatif aldı. Umumi yerlerde bilen bilmeyen herkes Türkçe konuşacaktı! Pazarlarda, tramvaylarda, yaz aylarında Adalar’a sefer yapan Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarda, çay bahçelerinde, sinemalarda, tiyatrolarda, sayfiye yerlerinde, caddelerde, meydanlarda, sokaklarda ve özellikle pazarlarda. Belediye zabıtaları buralarda elde caza makbuzları fır dönmeye başladı. Türkçe dışında kulağına gelen her kelime kimin ağzından çıkmışsa ona ceza kesiyorlardı.
Ne dediğim daha iyi anlaşılsın diye bir örnek vereyim. Diyelim Kürtsünüz ve pazara yumurta satmaya gittiniz, elli yumurta sattınız, parayı cebinize soktunuz ve köyden beraber geldiğiniz arkadaşınıza Kürtçe, “Min pêncî hêk firotin” (Ben elli yumurta sattım) dediniz keyifle. Bunu duyan zabıta ağzınızdan çıkan cümledeki kelimeleri sayar, örneğimizdeki gibi dört kelime kullanmışsanız eğer hemen o sırada birisine telgraf çekerken kelimesi kaç kuruşsa onu dörtle çarpıp ceza keserdi size. Yani sattığınız yumurtanın parasını o mıntıkanın belediyesine caza olarak ödeyip evinize kös kös dönerdiniz.
*
Rıfat N. Bali’nin yazdığına göre, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası Dârülfünûn Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin 13 Ocak 1928 tarihinde düzenlediği yıllık kongresinde aldığı bir kararla başladı. Talebe Cemiyeti Reisi, özellikle İstanbul başta olmak üzere, azınlıkların umumi yerlerde Türkçeden başka bir lisan kullanmalarını yasaklamak için girişimde bulunulmasını istedi. Kongrede kabul edilen beyannameye göre, “Türkiye’de Türkçeden başka lisan kullanmak, Türk hukukunu tanımamak” demekti.
Aradan birkaç gün geçmeden, “Vatandaş Türkçe Konuş” yazılı pankartlar umumi yerlere, özellikle de vapurlara, tramvaylara asıldı. Okullarda kampanyayı anlatan konferanslar düzenlendi. Gerilim gittikçe arttı. Yabancı dilde gazete okuyan insanların ellerinden gazeteler öfkeyle alındı ve yırtıldı. Edirne’de “Vatandaş Türkçe Konuş!” pankartlarının altına Yahudilere karşı tehdit mesajları yazıldı. Sokakta Türkçe konuşmayanlara gençler müdahale etti, sık sık kavgalar çıktı. Uyarı levhalarını yırtan azınlıklar karakola götürüldü. İki kişinin kendi arasında Türkçe dışında bir dille konuşması imkansızlaştı.
Bir dönemin ünlü gazetecisi Cihad Baban’ın Ulus Gazetesi’nde, 4 Eylül 1960’ta yazdıkları kampanyanın nerelere vardığına ilginç bir örnektir, Baban şunları yazar:
“Bir gün Boğaziçi vapuru Boyacıköyü’nden kalktıktan sonra Boyacıköylü gençlerin bir adamı fena halde dövdüklerine şahit olmuştuk. Sonra öğrendik ki, ağzından burnundan kan gelecek kadar dayak yiyen bu adamın, veresiye mal vermek dolayısıyla bu hamiyetli görünen insanlardan alacağı varmış ve bir gün evvel onlardan alacağını istediği için, ertesi gün vapurda Türkçe konuşmadı diye dayak yiyormuş. O tarihler de bu gibi hâdiseler biri birini kovalamıştı. Kocası ile konuşan bir kadının, hiç Türkçe bilmeyen bir ecnebinin, tecavüze uğradığını duymuştuk.”
*
Kampanyanın birinci dönemi bir süre sonra başladığı gibi bitti.
“Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasının ikincisi, beş sene sonra, 1933’te başladı. Tarihe “Vagon-Li” olarak geçen hadiseyle birlikte… Hadise kısaca şöyle:
Türkiye’deki demir yolunu işleten bir Fransız şirketi, çalışanlarından Naci Bey’i iş yerinde Türkçe konuştuğu için işten çıkartır. Olay gazetelere yansıyınca 25 Şubat 1933 günü aralarında Peyami Safa, Cahit Arf gibi tanınmış isimlerin de bulunduğu Dârülfünûn ve Milli Türk Talebe Birliği öğrencileri, toplanıp şirketin Beyoğlu’nda bulunan bürosu önünde protesto gösterileri yapar. Olaylar kısa sürede büyür. Öğrenciler Atatürk’’ün duvarda asılı resmini aldıktan sonra büroyu tahrip ederler. Ardından da şirketin Karaköy bürosuna gider, onu da tahrip ederler.
Yaşanan olaylar üzerine şirket, Naci Bey'i tekrar işe alır. Ve hemen azınlıkları ve gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı Pera civarında bulunan azınlıklara ve gayrimüslimlere ait birçok şirket, kendilerine birer Türkçe isim bulur. Bursa, Diyarbakır, Adana, Ankara, Edirne ve Kırklareli Yahudileri Türkçeyi “Öz Dil” ilan edeler. Cemaat dükkanlarına “Vatandaş Türkçe Konuş” levhalarını kendileri asarlar. Meşhur “Loryan Pastanesi” de adını o gün “Baylan” olarak değiştirir ve o hızla tekrar “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası başlar. (Aynı şiddet ve celal bugün olsa, birçok televizyonla birlikte yüzlerce şirket ismi gümbürtüye gitmişti!)
*
İş burada da bitmedi. Tarihçi Cemil Koçak’ın yazdığına göre 27 Aralık 1937 tarihinde CHP Manisa Milletvekili Sabri Toprak, “Milli Türk dili yerine yabancı dil kullananların cezalandırılması hakkında” bir kanun teklifi hazırladı ve Meclis’e sundu. Ancak teklif yasalaşmadı. Koçak’a göre, “yasalaşmamış olması onun ruhunun benimsenmediği, reddedildiği ya da paylaşılmadığı anlamına gelmez. Çünkü tasarının ruhu, dönemin ruhuyla örtüşmektedir.”
Tasarıya göre, anadilleri ne olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Türkçeden başka bir dille ancak “oturdukları ev”de konuşmaları mümkündü. Kamusal alanda hiç kimse Türkçe dışında bir lisanla konuşamazdı. Konuşanı ihbar edene ödül verilecek, suçu sabit görülen öğretmenlerin, doktorların, avukatların, gazetecilerin diplomaları iptal edilecek, işlem yapmayan memurlar da ağır bir şekilde cezalandırılacaktı. Tasarı eğer kanunlaşsaydı altı ay sonra yürürlüğe girecekti. Bu durumda Türkçe bilmeyenlerin altı ayda Türkçe öğrenmeleri gerekecekti.
Bir dönem Fenerbahçe Kulübü Başkanlığını da yapmış olan tasarının sahibi Sabri Toprak, Üçüncü İnönü hükümetinde Tarım Bakanlığı da yapmıştı.
*
Sabri Toprak’ın bu kanun tasarısını meclise sunduğu tarih Hatay meselesinin yoğun olarak tartışıldığı dönemdir. Hatay'ın Türkiye’ye yeniden katılış süreci 5 Temmuz 1938’de başladı. Hatay Millet Meclisi, 29 Haziran 1939 tarihinde oy birliği ile Türkiye'ye katılma kararı aldı.
Ünlü yönetmen Atıf Yılmaz’ın çocukluk yılları Mersin’de geçer. Hatıratında anlatıyor Atıf Yılmaz.
Hatay’ın ilhakı sırasında orada yaşayan Felahlar civar illere hücum etmeye başlar, önemli bir kısmı Adana ve Mersin’e gelir. Felahların yaşama alışkanlıkları farkı, yerel ahaliye hemen uyum sağlayamıyorlar. Ahali de bunlarda tedirgin oluyor. Buldukları yerde basıyorlar sopayı, aşağı görüyorlar, pis görüyorlar, hakir görüyorlar onları.
Tam bu sırada “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası var her yerde. Felahlar da Türkçe bilmiyor. Ama Atatürk onlara “Siz Felah falan değil, Eti Türküsünüz” demiş, “Eti Türkü” olmayı kabul etmişler ama Türkçe bilmiyorlar. Ahali de bunlara sopayı bastıkça bunlar, “Etim Türk, Etim Türk” diye feryat ediyorlar.
“Etim de ne?” deyip daha çok basıyorlar sopayı.
*
Araya dünya harbi girdi, sonra çok partili hayat başladı, DP geldi, bu arada birçok millet dilini unuttu, azınlıkların dili üzerine baskı azaldı ama kabak hepten Kürtçenin başına patladı; Kürtçe yasal dayanağı olmadan 1925’ten itibaren hep yasaklı kaldı. Sonra 27 Mayıs’ta askerler darbe yaptı, darbeden hemen sonra Ağustos ayında milliyetçi üniversite öğrenci birliklerinin aklına tekrar “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası geldi.
Yeniden kampanya şahlandı. Ancak bu sefer kampanyanın ömrü pek uzun olmadı. Askerlerin atadığı dönemin İstanbul Valisi Tuğgeneral Refik Tulga “Ak tolgalı beyler beyi gibi şahlanmış” milliyetçi öğrenci temsilcilerini makamına çağırdı. Sadece onların duyacağı bir sesle “Yapmayın, etmeyin çocuklar. Bakın İstanbul sokakları maşallah ecnebi turistlerle dolup taşıyor, Allah bereket versin, memleketimize döviz getiriyorlar, bizim de dövize ihtiyacımız var, şimdi nasıl dillerini yasaklayıp onlara Türkçe konuşun diyebiliriz, hepsi kaçar valla, biz de dövizsiz kalırız, ekonomi ağır bir buhrana girer, şimdi mekteplerinize gidin, uslu uslu derslerinizi çalışın,” dedi.
Talebeler bizi "Menderes diktatörlüğünden” kurtarmış olan askeri valiye hak verdi, kös kös yanından ayrıldılar, böylece kampanya kadük kaldı.
*
Bütün bunlar olurken, yazının başında anlattığım hikayenin geçtiği mekanda ben dünyaya gelmek üzereydim.
Hayatın pür Kürtçe yaşandığı bu cennet misali köyde öğrendiğim ilk Türkçe kelimeler, Deli Sürme'nin tekerlemesinin içinde geçen kelimelerdi:
“Gel: Were
Git: Here
Eşek: Ker e
Kapı: Der e”
- Üstat17 dakika önce
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?2 gün önce
- Kitapların kıymetini bilmek1 hafta önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 hafta önce
- Bir edebi eser olarak "Kapital"2 hafta önce
- Ne umdular ne buldular?2 hafta önce
- Savaş, barış, toplum2 hafta önce
- Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk3 hafta önce
- Çok yakın, yine de çok farklı4 hafta önce
- Flaubert ile Turgenyev'in ölümü1 ay önce