Ruh ikizi: Goethe ile Hafız...
Okur yazarını, yazar ikizini arar. Çok az yazar ikiziyle karşılaşır ama. Çünkü her yazar kendini biricik sanır. Ama eğer Goethe kadar alçak gönüllüyseniz, "ruh ikizini" yani Hafız’ı bulmak zor değildir. Dört yüz sene geriye gidersiniz, senden çok uzak bir coğrafyada, ikliminden çok farklı bir iklimde, orada hem de senden “çok yeni” bir halde seni bekliyor ikizin.
*
Doğu peygamberler, Batı filozoflar diyarıdır. "Batı kültür, Doğu irfandır". Doğu şiir, Batı romandır. Doğu ilim Batı bilimdir. Doğu nur Batı ışıktır. Doğu ipek Batı kapitaldir. Doğu alim Batı filozoftur. Doğu din, Batı felsefedir. Doğu kelam Batı yazıdır. Doğu baba, Batı oğuldur. Doğu cönk Batı kitaptır. Doğu kabile, Batı bireydir. Doğu Kabil, Batı Habil’dir. İki ezeli düşmandır. İki düşman kardeşin arasına ilk giren kişi, büyük Alman mütefekkiri, şairi, romancısı, devlet adamı, ressam, hukukçu, dahi Goethe’dir.
Goethe, Osmanlı tarihini de yazan Avusturyalı şarkiyatçı, saray mütercimi Hammer’ın Almancaya çevirdiği, bugün hepimizin “Hafız” diye bildiği büyük Fars şairi Şemseddin Muhammed Şirazi’nin “Divan”ını okuduktan sonra “ruh ikizi”yle karşılaştı ve onun adını takip ederek “sis perdesinin gerisindeki” Şark’a vardı.
Goethe ardına takıldığı Hafız’ın geldiği diyarın; Şarkıyatçıların sandığı gibi sadece “rakkaselerin gerdan kırdığı”, “buhur ve tütsü kokan”, “çeşmelerinde şerbet ve bal akan” bir “bin bir gece masalları” diyarı olmadığını, Hammer’ın kısım kısım çevirip yayınladığı bazı Kuran ayetleri ile George Sale’nin “Kuran-ı Kerim Tercümesi” sayesinde çabucak anladı.
Orada da “onlara benzeyen” şairler, alimler yaşıyordu. Nasıl olur da bunu şimdiye kadar görmemişlerdi? Ona bunu gösteren Hafız oldu. Peki Hafız’da görüp de aynı şeyin kendisinde de olduğunu fark ettiği şey neydi?
Bir kere Hafız’ın aşkı ve heyecanı onun aşkına ve heyecanına çok benziyordu. Ondaki pür sadelik Hafız’da da vardı. İçinde yanan ateş, onun ateşine benziyordu. Aynı kalenderlik, aynı gönül ehli… Hafız bir rintti. Onun dilinde yoktu bu kelime ama Hafız’ın şiiri, yani Divan’ı bunun üzerine kuruluydu.
O halde kendisi de bir “Divan” yazabilirdi. Şark şairleri divanlarında şiirin bütün çeşitlerini toplamışlardı. O da bu geleneği takip edebilirdi.
*
Goethe, Hafız’ı keşfettiğinde 65 yaşındaydı, 1814 yılında eline geçti "Hafız’ın Divan”ı. Okur okumaz o kadar etkilendi ki bir an önce onunla “aşık atmak” için sabırsızlanmaya başladı. “Yoksa bu kuvvetli şahsiyet karşısında” ezilecekti. Üzerindeki etkisini şöyle anlattı:
“Almanca tercümeleri, önümde duruyor. Onun duygularını paylaşmadan yapamıyorum. Konu ve fikir bakımından içimde bir benzerlik belirmeğe başladı, hem o derece ki, artık içimden de olsa, açıkça beliren bu istekle, gerçek dünyadan zevk almayı kendi zevkime, kendi kudretime ve kendi irademe bırakan ideal bir dünyaya kaçmak ihtiyacını duydum.”
“Batı-Doğu Divanı”nını böyle yazmaya başladı ve itiraf etti:
“Onun karşısında benim de verimli olmam gerekiyordu, yoksa bu büyük şahsiyetin önünde duramayacaktım.”
Bu; kainatın gördüğü Batılı en büyük şairlerden birisinin, Doğulu bir şair karşısında ilk eğilmesidir.
Aleykümselam ve Estağfurullah ya büyük şair!
*
Goethe, Hafız’la tanışmadan önce İslam’a ilgi duymuş, bu alanda bir yığın şey okumuş, Kuran’ı merak etmiş ama asıl onu bu işin içine çeken şey, Hammer’ın tercümesi eline geçmeden bir sene önce 1813 yılının Ekim ayında İspanya’da Napolyon’un bayrağı altında çarpışan Weimar’lı askerlerin oradan getirdikleri Kuran’ın “Nas” Suresinin el yazması birinci ayetiydi:
“Cinlerden ve insanlardan, insanların kalplerine vesvese aşılayan kötü Şeytanın şerrinden, insanların ALLAH'ı, insanların maliki olan insanların Rabbine sığınırım de!”
Bir levhaya yazılmış olan Kuran’ın bu ayeti Goethe’yi tam kalbinden vurdu. Etkisinden kurtulamadı. “Hafız’ın Divanı”na da onu bu levha götürdü. “Divan”da karşılaştığı şeyler de onu, o divana benzer bir eser yaratmaya...
*
Hafız, Goethe’den birkaç asır önce yaşamıştı. Hafız’ın devrinde de İran, tıpkı Goethe devrindeki Avrupa gibi kargaşa içindeydi. Ama bu “kargaşaya” rağmen ikisi de coşkusundan bir şey kaybetmemiş, sanatını boşlamamıştı. Yaşama sevinçleri yüksekti, her şeye rağmen hayat devam ediyordu.
Asırlarca sonra yaşamış Batılı bir şair, şimdi Doğulu bir sofi şairin diktiği tennurenin içinde kendine bir yer arıyordu. Arıyordu aramasına da “sofinin libası önce içine, sonra dışına giydiğini” de aklından çıkarmıyordu.
Hafız ruhu büyük, düşüncesi sağlam, bilgisini irfandan ve güçlü sezgisinden alan bir şairdi. Her insanın ıstıraplarını ve sevinçlerini bir şarkı gibi terennüm etmiş, yarattığı güçlü şiirinde de aşka ve şaraba methiyeler dizmişti. Ona göre Allah dünyayı mükemmel dizayn etmişti. Her şey bir ahenk, şaşmaz bir düzen içindeydi. İnsanlar bu ahengi bozmamalı, bu muhteşem düzenden feyz almalılardı. Bu fikirler Goethe’nin fikirlerine tıpa tıp uyuyordu, benzer düşünceler içindeydi o da. O halde “ruh ikiziyle” aşık atmanın tam zamanıydı.
Yazmağa oturduğu “Batı-Doğu Divanı”nın hemen girişinde, “Hafızname”de, uzak bir yoldan gelmiş de yol üstünde ona rastlamış gibi sorar “Hafız”a:
"Şair
Muhammed Şemseddin, söyle bana
Senin milletin, niye sana
Hafız diye, asil bir lakap taktı?
Hafız
Soruna cevap vererek
Seni taltif edeyim.
Kur’an-ı Kerim’in emrine naklederek kendimi
Kuvvetli hafızama, baştan sona harfiyyen
Nakşeettim Kelâm-ı Kadim’i;
Böylece zühd ve takvâ üzere yaşarken
Gelip geçen günlerin fitne, fesadı
Bana ne değdi, ne bulaştı.
Hulâsa: Peygamberin hadisleri ve onun nüvesi
İtibar kazandırdı da, bundan dolayı
Pek münasip olan Hâfız lâkabı bana verildi.
Şair
Bana öyle geliyor ki ey Hâfız, işte buna binaen
Benim gönlüme kalsa, asla ayrılmam senden.
Zira biz, diğer insanlar gibi düşünürsek
Aynen onlara benzemiş oluruz.
Oysa ben, senin tıpatıp bir benzerinim.
Mukaddes kitaplarımızın kitabı Kuran
Azametli tasvirleriyle fetheyledi kalbimi.
Şu örtülerin örtüsünde olduğu gibi,
Alemlere nakşedilmiştir Cenâb-ı Hakk'ın varlığı, birliği.
Emre itaat mecburiyeti, manialar ve gaspa rağmen
Sessiz sinemde neşv ü nemâ bulan iman
Gönlüme verdiği ferahlıkla canıma can katıyor."
*
Hafız dünyaya ve hayata coşkuyla bağlıydı. Hayatın güzelliği Allah’ın eseridir diyordu. Madem dünyada yaşıyoruz o halde bu nimetlerden yararlanmak bizim hakkımız. Şiirlerindeki “rindmeşreplik” buradan geliyor. Yahya Kemal “Rindlerin Ölümü” şiirinde onu şöyle anlatır:
Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz’ı hayâl ettiren ahengiyle.
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter,
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.
*
Hafız iflah olmaz bir iyimserdi. Her durumda saf bir ruhla, hayata gülümseyerek bakardı. Aynı “iyimserlik” Goethe’de de vardı.
Goethe, “Divan”ındaki ikinci şiirde Hafız’ı “köşeye sıkıştırır”. Madem adını Kuran “Hafız”lığından alıyorsun, o halde bu dünyanın zevklerini , aşkı ve şarabı değil de öteki dünyayı anlatman lazım değil miydi? Burada bir çelişki vardır zira Kuran’ın “Şuara Suresi” açıktır, burada “şairlerin arkasına sapkınların” düştüğünü söyler Allah.
Ama bu mesele bir hayli karışık bir meseleydi.
*
Goethe, Hafız hakkında çok şey biliyordu. Ölümünden sonra birbirini tutmayan bir yığın tevatürün dolaştığını da… “Hiç kimse kendi köyünde peygamber olamaz” gerçeğinden hareketle Hafız da kendi yurdunda, Doğu’da kadri bilinmemiş, “gadre” uğramıştı. Birçoklarına göre o sadece bir “aşk ve şarap” şairiydi. Hafifmeşrepti, kıyamet gününe inanmıyordu. Bu yüzden vefatında cenaze merasimi bile yapmak istememişler ona.
*
Sahiden de “hırkasını meyhanede unutan” Hafız’ın aşk ve şarap şiirleri bu dünyanın şiirleri olarak mı okunmalı, yoksa “mistik” bir mana mı yüklenmeli onlara? Bu soru Doğu-İslam alimleri arasında yıllar yılı tartışılmış sonunda Viyana kuşatması sırasında Kanuni Sultan Süleyman’ın da önüne gelmiş, Sultan işi açıklığa kavuşturma görevini Şeyhülislam Ebusuud Efendi’ye havale etmiş, hemen bir “fetva” istemişti ondan. Ebusuud da fetvasında, “Hâfız’ın Dîvan’ında şeriata aykırı sözler bulunmakla” beraber “çokluk hikem-i zâika ve nüket-i fâikadan nice kelimât” bulunduğunu da ilave ettikten sonra “Marifet, yılan zehri ile faydalı ve şifalı ilacı birbirinden ayırt edebilmektir,” diyerek Hafız’ı kurtarmıştı.
Goethe, fetvasıyla Hafız’ı kurtarmış olan Ebusuud Efendi’ye bir teşekkür borçludur, “Alman’ın Teşekkürü” şiiriyle Ebussud Efendiye bu borcunu şöyle öder:
Aziz Ebussuud, isabet etmişsin bu hükmünde!
Şair de kendi için, buna benzer bir fetvâ diler.
Doğrusu, şeriat haricine taşan bu ufak tefek şeyler.
Bizzat gam-kasavet içindeyken, şen şakrak
Neşesinden kabına sığamayan şairin
Mirasından düşen paydır hisseme.
Yılan zehriyle panzehiri tefrik etmedeki keyfiyet
Diğerlerine karşı nasılsa, ona da tanınmalı aynısı;
Şunlar öldürmez, bu, derde devâ değildir, şifâ vermez,
O halde bu meselenin can damarı
Sübut bulan masumiyyettir. Masûmiyyetine de
Bir başkası değil, kişi bizzat kendi zarar verir
İhtiyar şair, kendisinin Cennet’te
Huriler tarafından, ruhen yükselmiş
Bir genç olarak kabulünü ümit etmektedir.
Aziz Ebussuud, isabet etmişsin bu hükmünde!
*
Goethe, “dindarlık” bahsinde Hafız’a yakın durur. Gençliğinde beri “Allah’a kendi tarzında” yaklaşmış, “vecd içinde bir hayranlıktan” çok Allah’ı yaşayan varlıkların içinde, tabiatta, börtü böcekte, havada suda aramış, oralarda bulmuştu. Aynı hissiyatı Hafız’da da görmüştü. Bu yüzden ona göre Hafız tertemiz bir Müslümandı. Müslümanların da Hafız’ın bu yönünü bilmediklerini “Açık Sır” şiirinde şöyle anlatır:
Aziz Hafız, senin lisan-ı hâl’den
Olduğunu ikrar ettiler
Kelamcılar, fakat kibar-ı kelamın
Kıymetini takdir edemediler.
Onlar, sende çılgınlık vehmederler, bundan ötürü
Sen de dersin onlara: “ham, kaba softalar”;
Üstelik onlar, yalancı, tortulu şarabı
Vebalini senin boynuna dolayarak sunarlar.
Oysa sen, nezafet sahibi bir sofisin.
Ama onların nazarında, vecibelerini ifa etmeden saadete ermişsin;
İşte onlar, senin haline akıl-sır erdiremediklerinden
Senin saadetini sana layık görmezler.
“Sınırsız” şiirinde “cümle alem batsa” da sadece onunla, sadece Hafız’la gitmek ister “müsabakaya” Goethe. Şöyle bitirir şiiri:
“Tasada ve kıvançta
İkiz kardeş olalım!
Senin aşkın, senin içtiğin
Benim gururum, benim hayatımdır.
Şimdi benim nağmelerim çınlamakta ise de.
Sen daha eskisin, sen daha yenisin.”
*
Goethe, hayatının son yıllarında bulduğu “ruh ikizine” edebiyat tarihinde hiçbir yaratıcının başka bir yaratıcıya yapmadığı şeyi yaptı, önünde saygıyla eğilerek, o sırada “kendi sesi duyulsa” da ikizinin ondan “eski” ama ondan daha “yeni” olduğunu söyleme inceliğini gösterdi.
O zamana kadar hiçbir şair bir başka şaire buna benzer bir şey söylememişti. Belki ondan sonra da...
*
Goethe ölüm döşeğinde bütün perdeleri, pencereleri açtırır ve son sözü, “Biraz daha ışık” olur. “Işık Doğudan yükselir” amenna, ama “Doğu da Allah’ındır/Batı da Allah’ın,” dizelerinin müellifi oydu.
*
Yararlanılan Kaynaklar
Pro. Dr. Melahat Özgü, “Goethe ve Hafız”, Makale, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 4
Goethe, “Doğu-Batı Divanı”, Çeviren: Dr. Bayram Yılmaz, İyi Adam Yayınları
Salah Birsel, "Goethe, Biraz Daha Işık", Broy Yayınları
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?45 dakika önce
- Kitapların kıymetini bilmek4 gün önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 hafta önce
- Bir edebi eser olarak "Kapital"1 hafta önce
- Ne umdular ne buldular?1 hafta önce
- Savaş, barış, toplum2 hafta önce
- Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk3 hafta önce
- Çok yakın, yine de çok farklı3 hafta önce
- Flaubert ile Turgenyev'in ölümü4 hafta önce
- Tolstoy'un elması!1 ay önce