"Mühürlü Tren"in yolcusu!
Birinci Cihan Harbinin dehşet dalgaları dünyanın bütün şehirlerini acımasız bir şiddetle dövüp duruyor. Her yerde huzursuzluk var, gözyaşı sel olmuş akıyor. 1915 ile 1918 yılları arasında İsviçre’nin Zürih şehri ise bütün bunlardan uzak, adeta bir “barış adası” gibidir. Casuslar cirit atıyor şehirde. Çok değil daha bir sene önce, farklı ülke sefaretlerinin düzenlediği partilere katılmak için birbiriyle yarışan diplomatlar, şimdi hepsi birbirinden fellik fellik kaçıyor, her biri bir polisiye romanda iyi bir rol kapmış, her biri gizemli kahramanını oynayıp duruyor.
Her şey Attila İlhan’ın şiirindeki gibidir:
(….)
“tut ki gecedir
ihbarlar birer sansar
bir telefondan bir telefona atlar
yeraltı örgütleri tetik üstünde
adres değiştirmiş silah kaçakçıları
fahişeler birbirinden kuşkulanıyor
tut ki gecedir
katiller huzursuz
hırsızlar sinirli
hainler ürkekçedir
elleri telefona kendiliğinden uzanıyor
ihanete gece müthiş bir gerekçedir
ihbarlar birer sansar
bir telefondan bir telefona atlari
ihanet bir bilmecedir"
*
Casuslar, diplomatlar bir bilgi kırıntısı için “bir telefondan bir telefona” canları pahasına atlaya dursun; karısıyla birlikte bir kundura tamircisinin Limmat Nehri’nin hemen arkasındaki eski kentin dar ve kıvrımlı sokaklarından birinde, duvarları kısmen zamanla, kısmen de yakınlarda bulunan sucuk fabrikasının etkisiyle kararmış evlerinin ikinci katında, fırıncının karısı, bir İtalyan ve bir Avusturyalı tiyatro oyuncusuyla komşuluk eden adam hakkında o sırada ev sahibi ve komşuların bildiği tek şey şahsın bir Rus olduğu, çok az konuştuğu, adının zor telaffuz edildiği, yıllardan beri vatanından uzak yaşadığı, fakir olduğu, ama para kazanılacak bir işte de çalışmadığıdır.
Adam ufak tefek, tıknazdır. Öyle dikkat çeken biri değildir. Hayatı gözlerden uzak, sessizdir. Kalabalığa karışmıyor. Çok az kişi ziyaretine geliyor.
Her sabah hemen hemen aynı saate, saat tam dokuzda evden çıkıyor, yakınlardaki kütüphaneye gidiyor, saat tam on ikiye kadar çıkmıyor kütüphaneden. Saat on ikiyi on geçe eve varıyor ve herkesten önce orada olmak için bire on kala da evden çıkıp tekrar kütüphaneye gidiyor ve akşam altıya kadar çıkmıyor kütüphaneden.
Adam casusların ilgisini hiç çekmiyor. Çok konuşan değil, çok okuyan bir adamdır. O zamana kadar da bütün ihtilalleri çok konuşan adamlar yapmışlar, casuslar onların peşinde…
Kundura tamircisinin evinde oturan Vladimir İliç Ulianov adındaki bu adamı Zürih’te tanıyanların sayısı iki elin parmaklarından biraz daha fazladır.
O günlerde elçilikten elçiliğe giden içi casus dolu arabalardan birisi kütüphaneye gitmekte olan bu çekik gözlü ufak tefek adama çarpıp ölümüne yol açsaydı eğer, bugün dünya onu Rus Bolşevik İhtilali’nin lideri, yetmiş yıllık “Kızıl İmparatorluğun” kurucu babası, Putin’in “eli kırılsaydı da Sovyet Anayasasına ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini yazmasaydı” dediği Lenin adıyla tanımayacaktı.
*
15 Mart 1917 günü Zürih kütüphanesi memuru, saat tam dokuzu gösterdiği halde, her gün kendisinden ödünç kitap alanların en düzenlisi o ufak tefek adamın her gün oturduğu sandalyesini boş görür, hayretler içinde kalır. Saatler ilerliyor, adam yok. Zira o gün aynı saatte evden çıkmış olan Lenin’in yoluna aniden bir Rus vatandaşı çıkmış ve memlekette ihtilal olduğunu haber vermiştir ona.
Lenin başta bu habere inanmaz. Yolunu değiştirir, göl kıyısındaki gazete satış kulübesine doğru gider hızlı adımlarla. Artık yeni adresi kütüphane değil, bu büfenin önüdür. Gazetelerde manşet üzerine manşet… Lenin’in yıllardan beri hayalini kurduğu, yirmi yıldan beridir de gizli teşkilatlarda, zindanlarda, Sibirya’da ve sürgünde uğruna çalıştığı, hayatını feda ettiği şey gerçekleşmiş, Rusya’da devrim olmuştur!
Demek ki ülkesi Rusya için canlarını feda eden milyonlarca insan boş yere ölmemiştir!
*
Hesaplı bir adamdır Lenin. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar kılı kırk yarıyor. Hülyalıdır ama neylersin ki şu anda heyecandan içi içine sığmıyor, sarhoş gibidir.
Artık memlekete dönmenin zamanı gelmiştir. Sahte pasaporta ihtiyaç yoktur artık. Elini sallaya sallaya özgür vatanına dönecek binlerce mülteci Rus vatandaşıyla birlikte.
Bir gazetede büyük romancı Maksim Gorki’nin Avrupa'ya dağılmış Rus mültecilere çağrısı var:
“Yurda dönün artık!”
Fakat birkaç gün geçer, acı haber gelir, yapılan devrim bir proleter devrim değil, Almanya ile barışı engellemek isteyen Çar’a karşı bir saray darbesidir. Devrim; uğruna canlarını feda ettikleri devrim değil emperyalistlerin bir oyunudur. Lenin bu “sahte devrimin” çabuk farkına varır.
Ama çaresizdir, umutsuzluğa kapılır. Yıllardan beri kurdukları plan duvara çarpmış. Bir uçak kiralamak, Almanya ya da Avusturya üzerinden ülkesine gitmek gelir aklına. Ama çevresindeki herkes casustur, güveneceği tek insan yoktur etrafında. Kaçışla ilgili fikirleri gittikçe çılgınlaşır. İsveç’teki yoldaşlarına bir mektup yazar, bir İsveç pasaportu ister onlardan. Dilsiz olmaya karar verir. Karşısına çıkanların sorularına cevap vermemek için sonuna kadar bu rolü oynayacak.
Geceler boyu bu hayallerle sabahı eder ama hepsinin nafile olduğunu da bilir.
Ama ne yapıp etmeli, Rusya’ya dönmeli ve gerçek proleter devrime öncülük etmeli! Hem de behemehal!
*
İsviçre’den çıkmak için bütün yollar İtilaf devletlerinin içinden geçer. Lenin Rus uyrukludur ve düşman sayılan birisinin Almanya ve Avusturya içinden geçmesi de mümkün değildir. Ama akla aykırı bir gerçek de var. Lenin Fransa’dan çok Almanya’nın desteğini alabilir. Almanya ne yapıp edip o sırada Rusya ile barış yapmak istiyor. “İngiliz ve Fransız elçilerine güçlük çıkaracak bir Rus devrimcisi, Almanya için mutlaka yardım edilmesi gereken bir dosttur.”
O Lenin ki yazılarında Almanya’ya demediğini bırakmamış birisidir. Şimdi onların desteğini alırsa ona “Alman ajanı” demezler mi? Hem savaşın tam ortasında ve düşman genelkurmayının izniyle karşı tarafın topraklarına girmek ve oradan geçmek “vatana ihanet” değil de nedir? Lenin zor durumdadır. Ama geçen her saat, her gün davası için çok önemlidir. Söylenecek her sözün sorumluluğunu alarak, çok riskli bir karar alır; Alman hükümetiyle görüşmelere başlar.
Her türlü suçlamayı bertaraf etmek için görüşmeleri açık yapar. İsviçre İşçi Sendikası Sekreteri Fritz Platten onun adına Alman elçisine gider ve koşullarını bildirir.
Bu ufak tefek gizemli adam Alman hükümetinden asla ricacı olmaz. İlerde kazanacağı gücünü test eder gibi koşullarını adeta onlara dayatır:
Kendilerine bir tren tahsis edilecek. Binecekleri vagon tam dokunulmaz olacak. Binişte ve inişte pasaport kontrolü yapılmayacak. Üzerleri aranmayacak. Normal tarife üzerinden bilet paralarını kendileri ödeyecekler. Emirle ve kendi istekleriyle vagondan kimse çıkmayacak.
Lenin arkadaşlarıyla birlikte bu şartlarda Alman hükümetinin yardımını almaya hazırdır. Almanya fazla oyalamadan şartları kabul eder zira acelesi var, 5 Nisan günü Amerika Almanya’ya savaş ilan eder.
6 Nisan günü Almanlar isteklerine "evet" der.
*
9 Nisan 1917 günü saat iki buçukta, yırtık pırtık kıyafetler içinde, ellerinde eski püskü bavullarıyla küçük bir grup Zahrigerhof Lokantası’ndan ayrılarak Zürih İstasyonu’na gider. Kafile otuz iki kişidir, aralarında kadın ve çocuklar da var. Kafiledekilerden sadece üç isim daha sonra ünlüler listesine girecek; onlar da Zinoviyev, Radek ve Lenin’dir. Bütün sorumluluğu üzerine alan bir mutabakat metnini imzalamışlar. Artık büyük tarihi yolculuk başlayabilir!
İstasyona sıradan insanlar gibi girerler. Ne bir gazeteci vardır orada ne de bir foto muhabiri. Sırtlarında denkleri, eski püskü kıyafetler içindeki kafilede trende başında ezilmiş bir şapka, ayağında komik dağ ayakkabıları, eskimiş kıyafetleriyle kendine bir yer arayan Bay Ulianov’u İsviçre’de tanıyan yoktur zaten. Savaştan kaçan sıradan göçmenlere benziyorlar.
Saat üçü on geçe tren hareket emrini alır ve tren Alman sınır istasyonu Gottmadingen’e doğru hareket etmeye başlar.
O gün saat tam üçü on geçe dünya saatinin gidişi de bugüne kadar değişmiş olur.
*
“Kurşun Mühürlü Tren” yolculuğunu bize anlatan Stefan Zweig, o trene dair şunları yazar:
“Dünya savaşında milyonlarca top ve mermi patlatıldı; mühendisler her geçen yıl daha etkili, daha güçlü, daha çok insan öldürebilen silahlar geliştirdiler. Fakat hiçbir silah, şu anda İsviçre sınırını aşıp Almanya’yı baştan başa geçtikten sonra Petersburg’a varan ve oradaki çağdaş düzeni ortadan kaldıran, içi, yüzyılın en tehlikeli ve kararlı devrimcileri ile dolu bu tren kadar etkili olmamış ve insanoğlunun yazgısını böylesine belirlememiştir.”
Tren gece boyunca sessiz sedasız yol alır. Frankfurt’ta, Rus devrimcilerini taşıyan tren haberini alan Alman askerleri, aniden trene saldırır. Bir yerde de Alman Sosyal Demokratları yolcularla konuşmak ister, ancak girişimleri sonuçsuz kalır. Lenin Alman topraklarında herhangi bir Almanla tek kelime bile konuşursa neler olabileceğini çok iyi biliyor. Yolculuk on beş saat sürer ve nihayet sınırdaki Gottmadingen İstasyonu’na varır tren, Rusça bilen Alman subaylardan Yüzbaşı von Planetz ve Teğmen von Buhring onları karşılar.
Burada yolcular boş bir vagona alınır. Yeni bir yolculuk başlar. “Mühürlü tren” deyimi buradan gelir ancak tren kapılarının mühürlediği bilgisi konusunda herkes hemfikir değildir. Tren hiçbir istasyonda durmadan tüm Almanya’yı boydan boya kat ederek Baltık Denizi kıyısındaki Sassnitz İstasyonu'na ulaşır. Kafile burada Queen Victoria isimli gemiye bindirilir, İsveç’e geçerler. 13 Nisan günü Malmö’ye varan kafile burada Ganetski ile buluşarak Stockholm’e gider. Stockholm’de coşkuyla karşılanırlar. Açlıktan bitkin düşmüş yolcular, kendileri için hazırlanan kahvaltı masasına hücum ederler. Lenin, burada yediği İsveçlilerin “smörgas” dedikleri İsveç sandviçlerinin tadını hayatı boyunca unutmaz. Ayağındaki o komik dağ çizmelerini çıkarır, yeni ayakkabılar ve yeni kıyafetler giyer.
Sonunda Rusya sınırına varırlar.
*
Ve vatan toprakları… Tam on dört yıldan beri vatan hasreti çekiyordu Lenin. Vatan toprağını, bayrağını, askerlerini, üniformalarını seneler sonra ilk defa görüyordu. Ama o ötekiler gibi yere kapaklanıp, askerlerin boynuna sarılıp ağlamadı. Demir iradeli bir dava adamıydı, kimseye sarılmadan önce gazetesine Pravda’ya sarıldı, onu heyecanla eline aldı, acaba gazetesi fikirlerini iyi yansıtabiliyor muydu? Hayır, istediği şey gazetede yoktur. Hâlâ hamaset yapıyordu yoldaşları. Sinirle gazeteyi buruşturur atar. Düşündüğü devrim düşüncesinden yoldaşları hâlâ uzaktır.
Şimdi dümeni ele almanın tam zamanıdır. Fikirlerini geniş kitlelere yayacak, onları gerçek proleter devrime sürükleyecek! Peki ya başaramazsa?
İnceden bir huzursuzluk içini kemirmeye başlar, yavaş yavaş bir korku sarar bütün bedenini. Ya tutuklanırsa?
Petrograd İstasyonu’nda yoldaşları Stalin ve Kamenev onu karşılamaya gelmişlerdi. Yarı karanlık trenin üçüncü mevki kompartımanında, ölgün ışıkta iki yoldaşının yüzlerine bakar, ikisinin de dudaklarında garip ve gizemli ve gülümseme vardır. Sorduğu hiçbir sorusuna cevap vermiyorlar, belki de cevap vermek istemiyorlar.
Biraz sonra gerçek ona beklediği cevabı verir.
Gerisini Zweig şöyle anlatır:
“Tren Petrograd İstasyonu’na girdiğinde, öndeki büyük alan, binlerce işçiyle hıncahınç dolmuş bulunuyor. Deniz, hava ve kara birliklerinden oluşan şeref kıtaları, sürgünden dönen liderlerini bekliyor, çalınan Enternasyonal Marşı ortalığı çınlatıyor. Vladimir İliç Ulianov, daha düne kadar kundura tamircisinin yanında oturan bu adam, trenden iner inmez yüzlerce el tarafından alınıyor ve doğruca zırhlı bir otomobile bindiriliyor. Evlerin çatısına ve kaleye yerleştirilmiş projektörler, onun üzerine çevriliyor ve Lenin, bindirildiği zırhlı otomobilden halka ilk söylevini veriyor. Caddeleri dolduran kalabalık, heyecandan tirtir titriyor ve çok geçmeden de ‘dünyayı sarsan on gün’ başlıyor. Top patladı ve bir büyük ülkeyi, bir dünyayı paramparça etti.”
*
Bolşevik Devrimi için Lenin’e Almanlar yardım eder, onu memleketine geri getirirler. Amaçları Rusların gücünü parçalamaktır. Ama tarih cilvelerle doludur. O cilvelerden birisine bakın ki İkinci Cihan Harbi’nde Ruslar Almanya’nın gücünü kırar ve bu ülkeyi ikiye bölerler.
Lenin'in yaptığı bu büyük devrimin bir ürünü olan Putin, Ukrayna saldırısyla bakalım Rusya'yı ne hallere sokacak? Bu sorunun cevabını almak için çok beklememize gerek kalmayacak sanırım.
*
Kaynak:
Stefan Zweig, "İnsanlığın Yıldızının Parladığı Parladığı Anlar", Can Yayınları
- Üstat17 dakika önce
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?2 gün önce
- Kitapların kıymetini bilmek1 hafta önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 hafta önce
- Bir edebi eser olarak "Kapital"2 hafta önce
- Ne umdular ne buldular?2 hafta önce
- Savaş, barış, toplum2 hafta önce
- Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk3 hafta önce
- Çok yakın, yine de çok farklı4 hafta önce
- Flaubert ile Turgenyev'in ölümü1 ay önce