Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Pazar günü yayınlanan yazımla ilgili malzeme toplarken bir yerlerde; Yahya Kemal’in, yakın arkadaşı, hekim Muhtar Tevfikoğlu’na ithaf ettiği “Bergama Heykeltıraşları” şiirine rastladım; yazıda kullanmak için bir kenara koydum ama bir yere oturmadı. Dursun durduğu yerde dedim; şiir bu, mutlaka bir yazıya sızar!

Yazının yayınladığı Pazar sabahı, Bergama’da kütüphanecilik yapan yeğenim Yusuf’un vasıtasıyla tarih araştırmacısı, yazar, Türkiye Arkeologlar Derneği Onur Üyesi, Bergama’da iki dönem belediye başkanlığı yapmış kıymetli Sefa Taşkın’dan bir telefon aldım. Sefa Taşkın’ın adını duymuş, Bergama tarihi ve Zeus Sunağı’nın anavatanına getirilmesi için giriştiği çabadan haberim olmuş ama bu kadar geniş ufuklu, bu kadar çaplı bir entelektüel olduğunu bilmiyordum doğrusu.

Bir yığın konuda cehaletimi giderdi ve Zeus Sunağı'nın tarihini de içine alan, Almanya’dan Bergama’ya geri getirilmesinin ne kadar elzem bir mesele olduğuna söyleyen daha önce yazdığı “Taş Yerinde Ağırdır” başlıklı uzun makalesini gönderdi.

Makaleyi okuduktan sonra yazımdaki eksiklikleri gördüm, bir de hepimizin “yaygın görüşlerin” etkisine ne kadar kolay kapıldığımız gerçeğine kendimden bir kez daha şahit olup hafifçe bir mahcubiyet de hissettim.

Teşekkürler Başkan diyeyim ve onun makalesindeki bilgileri referans alarak Pazar günü başladığım hikayeyi sürdüreyim.

*

Ama önce Yahya Kemal’in şiiri…

“Pek taze pembe tenlere benzer bu taşları

Yontarken eski Bergama heykeltıraşları

İlhâm eden vücûdun edâsıyle mest imiş;

Heykeltıraş demek o zaman putperest imiş.

İnsan vücudu bâzan açık, bâzan örtülü,

Her çizgisiyle san’atı canlandıran büyü,

Artık dehâya eski güzellikte sinmiyor.

Gördük ki yeryüzünde ilâhlar gezinmiyor.”

Zeus Sunağı’nın iç duvarlarındaki frizlere (Antik dönem yapılarında, taban kirişiyle çatı arasında kalan, üzeri boydan boya kabartmalarla süslü bölüm), Pergamon şehrinin kuruluş efsanesinin kahramanı Telephos’un maceralarını, devlerin tanrılarla savaşını günümüzün çizgi roman tekniğine benzer bir usulle, sıralı bir hikaye şeklinde taşa işleyen o büyük heykeltıraşlar elbette geçmişin ağıtçısı Yahya Kemal’in dikkatini çekecekti.

Zira ellerindeki hüneri taşın her yerine bulaştırma becerisine sahip o büyük sanatkarların elinde taş hamura dönüşürdü. Ellerinde eriyen o taşa acıyı da korkuyu da gülmeyi de ağlamayı da işleyebiliyor, taşı her an buradan kalkıp başka bir yere gidebilecekmiş gibi canlı görünen gerçek insana, hayvana dönüştürebiliyorlardı. Devlerin tanrıların gücü karşısında ezildikleri, acılar içinde kıvrandıkları o kadar canlı işlenmiştir ki o taşlara, heykeltıraşların bu patetik, dokunaklı üslubu, Zeus Sunağı’nı bugün dünyanın sekizinci harikası mertebesine yükseltmiştir.

(Yine Pazar günkü yazımı okuyan mektepten eski bir arkadaşım şunları yazdı bana: “Senin yazını okurken çok eskiden okuduğum bir makale geldi aklıma. Kyzikos antik kentinin hemen yanına bir kireç ocağı kurmuşlar. Ne kadar heykel, sütun varsa hepsi kireç kuyusuna… Bunu yapanlardan birisi, ‘Çukura attığımız heykellerin yüzleri ateş içinde bize bakarak gülüyordu’ diyordu.”)

Heykelleri sadece bizimkiler kireç kuyusuna atmamış be Memed! Hatta belki de biz (İslam dünyası) o heykelleri çokça muhafaza etmişiz Hıristiyanların giriştiği katliama kıyasla. Öyle olmasaydı ne Mısır Piramitleri ne coğrafyamızda bulunan dünya kültür mirasının öteki antik eserleri günümüze ulaşırdı. İşte Yahya Kemal’in “Heykeltıraş demek o zaman putperest imiş” mısraı bunu anlatır. Hıristiyanlıktaki “ikonoklast” yani put kırıcı döneminiAkdeniz ve Ege mıntıkasında birçok mermer heykel katliamı, kireç kuyularına atılmaları, tamamen ortadan kaldırılmaları bu döneme rastlar.

Bergama Sunağı İS 6.yy Hıristiyanlar tarafından tamamen yıkıldı.

*

Türklerin bölgeye gelmesi 13.yy rastlar. Bu zamana kadar Zeus Sunağı, metrelerce toprağın altında derin bir uykuda kaldı.

Sefa Taşkın’ın verdiği bilgiye göre, “kale” dediği Akropol eteklerine Türkler camileri, hanları ve hamamlarıyla dört başı mamur yeni, şirin bir şehir inşa ettiler.

*

Pazar günkü yazımda, Türk edebiyatında Türklere bir “genesis” yani “kök” arama arayışından bahsetmiştim. Meğer bizden çok önce bu “genesis” arayışı Avrupa’da başlamış. Sefa Taşkın makalesinde, sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan, sömürgecilikle biti kanlanan Avrupa burjuvazisinin, hemen kendine bir kök aramaya başladığını yazar. Zira ne İngiltere’nin ne Fransa’nın ne de Almanya’nın geçmişlerinde öyle çok eskiden gelen ahım şahım bir kültürel birikim vardır. Taşkın ünlü Fransız düşünürü Michael Foucault’nun şu sözlerini referans gösterir bu görüşe:

“19. yüzyıl Avrupalıları, yaşadıkları döneme anlam katmaya çalışırken kendilerini güvensiz hissetmişler ve bu anlamı sağlamak ve yeni bir kimlik yaratmak için antik çağ tarihine dönmüşlerdi.”

Böylece “anlı şanlı”, “ihtişamlı” bir kültürel geçmişin simgelerini İngilizler Yunanistan’da, Fransızlar Mısır’da, Almanlar da Anadolu’da aramaya başladılar.

Alman yol mühendisi Carl Humann, 1864’de Dikili-Bergama yolunun inşaatında lazım olan “mıcır” hadisesiyle tesadüfü bir şekilde Bergma harabelerini keşfettiğinde Alman devleti de aradığını bulmanın sevinciyle nerdeyse ters takla atacaktı.

*

Bergama Sunağının Almanya’ya götürülmesi hadisesi ve başına gelenler çok tuhaf bir polisiye hikayeye benzer. Sefa Taşkın’ın makalesinden hikayenin izini sürelim o halde.

Carl Humann bir arkeolog değildir. Başta bulduğu şeyin ne olduğunu anlamaz ama oltasına büyük bir balığın takıldığından da emindir. Yolu molu bırakır bir tarafa, Bergama’ya yerleşir ve yol işçilerine buldukları tarihi eserleri kendisine getirmelerini ister. Zamanla taşlar birikir, kendince orada bir müze inşa eder.

Ancak yaptığı iş Osmanlı kanunlarına aykırıdır. Tahtta Batıyla ilişkilere önem veren, yenilikçi padişah Sultan Abdülaziz var. Anadolu’nun sağında solunda gavurun birtakım hazine ve kıymetli taşları dışarıya kaçırmaya çalıştıklarıyla ilgili şayialar onun kulağına kadar gelir. Tarihi eser kaçakçılığının önüne geçmek için 1869 yılında ilk “Asar-ı Atika” nizamnamesi çıkartılır ve bu tür girişimler bu kanunla yasaklanır. Nizamnamede katı kurallar var. Buna göre kazılarda çıkan eserler yurt dışına kesinlikle çıkartılamaz… Kazı yalnız toprak altındakiler için yapılır… Toprak üstündeki eserlere zinhar dokunulamaz.

Bu nizamname bile Carl Humann’ı durdurmaz.

Berlin Müze Müdürü Prof. Ernst Curtius’in o sırada İstanbul’da ne işi varsa artık; Carl Humann 1871 yılında İstanbul’da tesadüfen onunla karşılaşır. Humann onu Bergama’ya davet eder. Curtius teklifin üzerine atlar, yanına bir Araştırma Grubu alarak Bergama’ya gider. Humann, Zeus Sunağı’na ait olduğu sanılan birçok kabartmayı onların vasıtasıyla Berlin’deki Müze’ye gönderir. İlk partiden sonra Almanlar işe hız verir.

1871’de Carl Humann madeni bulduğuna emindir artık. Parti parti “taşları” Osmanlı devletinden izin almadan kaçak yollarla göndermeye devam eder. Gizlice yaptığı kazılarda çıkardığı kabartmaları Bergama ve Dikili’de biriktirir. Devletten hiçbir izin almadan, Prusya/Alman devletinin desteği, İzmir’deki Alman Konsoloslarının yardımıyla taşları, Bergama’dan Dikili’ye kağnılarla, Dikili’den İzmir’e teknelere yükleyerek, İzmir’den Almanya limanlarına gemilerle, oralardan da Berlin’e tren vagonlarından gönderir.

Ama bu arada Humann yaptığı yasadışı işin de farkında. Bir an önce işini bitirmek için acele eder.

Alman devleti de yaptığı işten tedirgin olur. Bir ara yurt dışına gönderilecek tarihi eserlere meşruiyet kazandıracak yeni bir Asar-ı Atika nizamnamesi çıkartmak için Osmanlı’ya baskı yaparlar, hatta 1874 yılında o sırada Osmanlı Müze-i Hümayun Müdürü olan Alman Philipp Anton Deither’e bir kanun bile hazırlatırlar. Ancak Osmanlı bürokrasisi bu kanuna direnir, yasayı uygulamaz. Direnişe Padişah Abdülaziz de destek verir, iş yokuşa sürülür, Almanlara resmi bir yolla dışarı eser çıkartamazlar!

Bu arada giden gitmiş ancak kalanların gitmesine devlet izin vermez.

*

Bu kargaşa 1878’e kadar sürer. Bu süre zarfında Osmanlı mülkünde bir yığın değişiklik olmuş, Sultan Abdülaziz bir darbeyle devrilmiş, kısa bir süre 5. Murat tahta çıkmış, sonra o da indirilmiş, yerine 2. Abdülhamit geçmiş ve en önemlisi Meşrutiyet ilan edilmiş. Almanlar ille de Bergama’yı istiyor ama boşuna. Bu sırada patlak veren 93 Harbi Almanlara ilaç gibi gelir.

Sultan Abdülhamit bir yandan imparatorluğu bir arada tutmakla uğraşırken, bir yandan da Almanların götürmek istediği “taşlara” kafa yormalıdır. Baskılara dayanamaz, Almanların daha önce hazırladığı nizamnameyi yürürlüğe koyar. Bu arada Almanlar götürmek istedikleri taşların pek mühim şeyler olmadıklarını, Zeus Sunağı’nın değerini düşürmek için de “pis, kırık dökük, adi mermer parçaları” olduklarını etrafta yayarlar.

Böylece, bir bölümü daha önce Carl Humann tarafından Almanya’ya gönderilmiş olan Zeus Sunağı’nın geride kalan kısımları 20’şer bin Marka iki taksit halinde (Taşkın’a göre bugünkü değer 70-80 bin Euro) Almanlara verilir.

1884 yılında, Ahmet Hamdi Bey’in girişimleriyle tarihi eserlerin yurt dışına çıkartılmasını kesinlikle yasaklayan Üçüncü Asar-ı Atika Nizamnamesi çıkartılır. Ama Bergama eserleri tümüyle Berlin’dedir. O tarihten itibaren Zeus Sunağı tam 138 yıldan beri sürgündedir.

*

Buraya kadar tamam da hikaye burada bitmiyor işte.

Zeus Sunağı’nın sorunsuz bir şekilde Berlin’e ulaştığını öğrenen Carl Humann, şu anda mezarının bulunduğu Bergama Akropolünün en yüksek yerinde, uzaklardaki Ege Denizi'nden görülen büyük, çok büyük bir ateş yakar. Zaferine ancak böyle bir görkemli ateş şahitlik yapabilir. O artık muzaffer bir komutandır. Eserleri götürmesine yardım eden Prens 3. Freidrich’e “Pergamon Kralı Attalos”, kendisine de “Tanrıların Gözde Adamı” unvanını takar.

Gelişmeler karşısında İstanbul basını mırın kırın eder, Serveti Fünun gazetesi yüksek sesli itirazlar yapar ama Zeus’u alan çoktan Berlin’e varmıştır.

*

Bu sırada Almanya’da bayram havası var! Bergama eserleri ilk defa halka teşhir edilecek. 26 Temmuz 1886’da Berlin’de Lehrter Tren İstasyonu’nda, Antik Yunan esvaplarına bürünmüş bin 500 sanatçıyla büyük bir festival düzenlenir. Sergi büyük bir coşkuyla açılır.

O zamana kadar götürdükleri şeyin ne olduğunu bilmiyorlar. Eski tarih defterleri karıştırılır, getirilen taşların Pergamon Krallığının yaptırdığı görkemli Zeus Sunağı olduğu ortaya çıkar.

Sunağın eski biçimi ortaya çıkartılır, yeniden inşa edilir ve Berlin’in içinden geçen nemli bir adaya inşa ettikleri küçük bir müzeye yerleştirilir. 1930 yılında ise daha büyük bir müzeye taşınır sunak. Bu müzeye Pergamon Müzesi adı verilir.

1933’te Hitler iktidara gelir. Bergama eserleri faşist ideoloji için altın değerindedir. Hemen yararlanmaya başlar faşistler. 1936’da Berlin Olimpiyatlarının açılış meşalesini bu müzede tutuşturur. 1938 yılında Hitler Nazi Almanya’sının gücünü dünyaya göstermek için Zeus Sunağı’nın bir benzerini baş mimarı Speer’e Zeplin Meydanına inşa ettirir. Bu tarihten itibaren Naziler en görkemli törenlerini burada düzenler.

İkinci Cihan Harbinde Hitler cehennemi boylayınca Zeus Sunağı’nın içinde bulunduğu Müze de Stalin’in eline geçer. Alman fabrikalarındaki makinaları da alıp götüren Ruslar Zeus Sunağını mı bırakır, hemen sunağın parçalarını vagonlara yükler, 1948 yılında Petersburg’a götürürler. 1958 yılında Almanya ikiye bölünür. Pergamon Müzesi Sovyet yanlısı Doğu Almanya’da kalır, bunun üzerine Sovyetler Bergama eserlerini, “Sovyet halkının Alman halkına armağanı” olarak Doğu Almanya’ya hediye eder.

*

Almanların bir “genesis” arayışından ele geçirdikleri sunak, yıllardır yılda ortalama 850 bin ziyaretçiyle para basıyor Berlin’de. Başta Sefa Taşkın olmak üzere bir avuç memleket sever de sunağı sürgünden yurduna getirmek için uğraşıp duruyor yıllardan beri.

Sahi biz mi bonkörüz, onlar mı tuttuğunu koparan?

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar