Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Devasa bir adayı çevrelemiş gölün, şehirden tarafa en inceldiği yerde küçük bir ada daha var. Köprüyü işte buraya yapmışlar. Bir ayağı o küçücük adada; sonra şehri büyük adaya bağlayan bir köprü daha… Aynı köprünün devamı olan iki köprünün ayaklarının bulunduğu minnacık adada sadece güller var, gül bahçesinin tam karşısında da yan yana üç huş ağacı duruyor… Yan yana duran üç kavak gibi görünüyor gözüne.

Köprünün ilk kısmını geçti, küçük adaya ayağı değer değmez küt diye o kokuya çarptı.

*

Yarpuz kokuyordu su… İnce bir sızı nasıl titretiyorsa insanın içini yarpuzu su öyle titretiyordu. Arkın iki yanını yarpuz istila etmişti. Dedesinin elinde kürek, suya yön vermeye çalışıyordu. Onun aklı saklı bahçedeydi. Bahçenin etrafı “pejan”la, yani dikenli dallarla örülüydü. İçerde bir mavzer saklıydı. Muhammedi güllerinin yanındaki taşkıranda, bir çaputa sarılıydı mavzer, mavzer gül kokmuyordu, uzaktı güllerden… Güller mavzerden bihaberdi.

Baharda salardı kokusunu şairin, “Baharın salavatı” dediği Muhammedi gülleri…

İki köprüyü birbirine bağlayan bu küçük adada çarptığı koku bu kokuydu işte!

Demek o güllerin kokusunu almışlar, bir uçan halıya yüklemişler, Doğu masallarının kahramanı ifritleri, efsuncuları üflemişler halıya, halı uçmuş, uçmuş, günler, aylar süren bir yolculuktan sonra gelip iki köprünün ayaklarının buluştuğu dünyanın tepesindeki bu ülkenin bu minnacık adasına konmuş.

Böyle olmasaydı o kokuyu duymayacaktı zaten…

*

Muhammedi gülleri dünyanın her yerinde, yedi iklim dört bucakta, yaz ve baharın kelebek ömrü kadar hüküm sürdüğü yerlerde de, baharın upuzun bir nasihat gibi sarktığı, yazın bitmez bir destan gibi uzadığı yerlerde de hep aynı kokarmış meğer.

Dedesinin bahçesindeki gibi… İçinde lanetli mavzerin saklı olduğu bahçedeki gibi…

*

Durdu köprünün öbür köprüye bağlandığı gül bahçesinde. Burnuna gelen gül kokusuna yarpuz kokusu karıştı. Dedesinin elinde kürek, onun aklında mavzer vardı. Gül kokusu götürmüştü onu lanetli mavzere.

Lanetli mavzerin hikayesini dedesi; gülün hikayesini iki şair biliyordu. Bir yatılı mektebin yurdunda uzun uzun kimsesiz kalmış iki şair… Güle “baharın salavatı” diyen şairi de “gülü alıyorum yüzüme sürüyorum” diyen şairi de gül bulaştırmıştı şiire. Biri yurdundan sürgündü, öteki yeryüzünden… Biri uğruna şair kesildiğine “Monna Rosa” adını taktı, öteki “gülün tam ortasında” bir çağ boyunca ağladı durdu sürgünlüğüne.

*

Gözleri dedesinin elindeki kürekte, aklı saklı bahçedeki güller içinde uzanmış mavzerdeyken iki şair de yoktu hayatında henüz.

“Dede, dayım gösterdi geçen gün bana…”

Dedesi işini bıraktı, yaslandı küreğe bir dostuna yaslanır gibi. Peygamber gibi bakıyordu dedesi. Gerçi peygamberin yüzü dedesinin hicazdan getirdiği, duvarda asılı o resimde yoktu, yüzü olmayan ruhani bir tasvirdi sadece… Dinlediği hadislerden bir yüz tahayyül etmişti daha önce, aklında o kadar canlıydı ki hayali, sanki dedesiydi.

“Neyi gösterdi?”

Bir şey çalmış, bir suç işlemiş de kendini ele vermemek için kılıktan kılığa girmeye çalışan bir çocuk hali gelip yapıştı üzerine.

“Mavzeri,” dedi ürkekçe.

“Ha,” dedi dedesi hiç kızmadan…

Deminki o suçlu çocuk hali hemen uçtu üzerinden, cesaret geldi, “Hani bir gün anlatırım demiştin ya hikayesini…” dedi soru sorarcasına.

Dedesi işine döndü, suya yeni bir yol gösterdi, yarpuzlardan kurtuldu su, girdi mısır tarlasına.

“Bir cinayet işlendi onunla. Lanetlidir.”

“Kim işledi?”

“Kendini vuran…”

Bir şey anlatılsa anlayacak yaştaydı. Bu yüzden anlatmaya karar verdi dedesi ona hikayeyi.

*

“Bir yük vagonunda açtım gözlerimi” dünyaya diyen şair, “Aşkı mavzer yapmıştı kendine”; “en güzel şarkıyı bir kurşun söyler” diyen ise, o gül dolu şiirden sonra bir daha bulaşmadı dünyevi aşka…

Muhammedi güllerine yanağını yaklaştırmış telefonuyla fotoğrafını çekerken bunlar geldi aklına. Oysa dedesi ona mavzerin hikayesini anlatıyordu.

*

Ahırın bir köşesini yıkanma yeri olarak kullanıyorlardı köylüler. “Serşok” diyorlardı buraya. Damat sabah namazından sonra yıkanıp paklanmak için “serşok”a girmişti. Kapıda, içinde “gül” geçen bir stran (şarkı) söylüyorlardı damadın çıkmasını bekleyen akranları. Oysa o akşamdan tedarikliydi. Mavzeri ahıra saklamıştı. Dışarıda akranları şarkı söylüyordu:

“Haydi götürün damadı banyoya

Yıkayın onu gül suyuyla

Misafirdir bu gece gül kokuluya”

Sevdiği birisine değil, yengesine; geride bıraktıkları yaman bir kış günü avdan dönerken çığ altında kalan ağabeyinin dul kalan karısının koynuna girecekti bu gece. Düğünlerini geçen yıl yapmışlardı ağabeyiyle yengesinin. Daha karnı şişmeden yengesinin, ağabeyini kar yutmuş, genç kadın evde kocasız kalmıştı. Baba evine gönderilemezdi artık, evlerinde de bu haliyle kalamazdı, yazıktı; babası düşünmüş, kadının iyiliği için onu bekar oğluyla nikahlamaya karar vermişti.

Hikayeyi anlatan dedesi küreğiyle suyun yolunu biraz daha çerçöpten temizledi. Köyün imamı hem de dünyevi işlerde rehberiydi dedesi.

“Bana sordular, şeran caizdir dedim, demeseydim keşke,” dedi anlattığı hikayenin burasında.

*

Cep telefonuyla çektiği güllü fotoğrafına baktı. Kafasını hafifçe güle yaslamıştı sanki. Uzaktaki kilisenin çanı çalmaya başladı.

Yurdundan sürgün şairin “Gül”ü, bir çocukluk travmaları şiiridir aslında. Dersim’den alıp “tarih öncesi köpeklerin havladığı yere” ulaştırmamışlardı henüz, tren bir yerde durdu, çocuk işemek için indi trenden, tam o sırada tren hareket etti, babası son anda yakasından yakaladı onun, çekti vagona… Bu yüzden şiirde kendini “bazen istasyonu bulmayan adam” olarak tarif etti. Gül, “istasyonda tren oluyor biraz” ki o hasretlerin en fenasıdır işte.

“Gül” şiirinde, sokağa düşmüş gül kadar narin bir kadın vardır. Gülün beyazlığı, kadının beyaz ellerini getiriyor şairin aklına. Zaten annesinin adı Gülbeyaz’dır; onu o kadar erken bir yaşta bir üvey annenin zulmüne terk edip gitmiş ki ardından söylenecek tek şeyi ondan önce başka bir şair söylemişti:

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.”

“Yeryüzü sürgünlüğünden mustarip” şairin gülleri ise siyahtır, aktır. Ama ille de Geyve’de yetişirler. “Monna Rosa”nın annesinden ilk sütü içtiği yerde… Yağmurlu, soğuk bir günde bulur “muhacir kızının” evini Geyve’de. Perdeleri açsın istemez, onu orada görmek için gelmemiştir zaten bu kasabaya. Onu görürse eğer, “bir bakışı ölmesine” yetecek çünkü.

Uzun şiirin sonunda umudunu keser. Beyaz bir kayanın üstüne çıkarır “muhacir kızını”.Göğsüne de siyah bir gül takar. Gitmeye karar vermiştir çünkü kız. Gözleriyle onu da çağırır ama. Kız “günah kadar beyaz”, o ise “tövbe kadar kara”dır.

*

“Sonra ne oldu dede?”

Devam etti hikayeyi anlatmaya dedesi kaldığı yerden.

Delikanlı mavzeri sakladığı yerden çıkardı. Kurma kolunu çekti. Mermiyi sürdü namluya. Yıkanılan yere oturdu, sırtını verdi duvara. Mavzerin namlusunu çenesinin altına koydu, parmağı tetikten uzak düşmüştü. Sağ ayağının çorabını çıkardı. Tekrar sırtını verdi duvara, namluyu dayadı çenesinin altına, sağ ayağının başparmağını tetiğe geçirdi, tam istediği gibi oldu. Daha fazla düşünmeden ayak başparmağını bastırdı mavzerin tetiğine.

Dışarıdan gelen içinde gül geçen şarkıyı, içerden duyulan tok bir silah sesi bastırdı.

“Saklı bahçedeki mavzer o mavzerdir işte. Bir cinayet işlendi onunla. Bu yüzden lanetlidir. O günden beri, tam on yıldan beri orada, o kirli çaputun içinde duruyor. O günden sonra ekinlere dadanan domuz bile öldürmedik o mavzerle.”

*

Lanetli mavzerin saklandığı saklı bahçedeki Muhammedi gülleri, iki köprüyü birbirine bağlayan küçücük adadaki güller gibi kokuyordu. Dedesi gibi… iki şair gibi… iki şairin iki şiiri gibi…

Uzun uzun kokladı gülleri; aynı anda dedesinin de iki şairin de iki şiirin de kokusu doldu içine.

Dilinin ucuna “Gülden terazi yaparlar/Gülü gül ile tartarlar” türküsü gelip yapıştı. Türküyü mırıldana mırıldana vardı büyük adaya.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar