Tabu deviren Prens!
Bütün babalar biraz babalarına, biraz da oğullarına benzer.
*
Oğul gezdirmemiş baba azdır. Anneler daima çocuklarla yaşar ama bazı babanın “lütfederek” ayırdığı “özel” bir zamanı vardır çocuklarına. O gün bir hal siner üzerine. Elinden tutar, gezmeye götürülecek çocuğunu ona çok büyük bir hediye veriyormuş gibi evden çıkarır, çoğu zaman da çocuğun değil babanın istediği yerlerde dolaşılır, akşama da baba görevini yapmış bir mesut adam, çocuk babasıyla vakit geçirmiş mutlu bir çocuk olarak dönerler evlerine.
Çocuk, babasıyla bir gün geçirdiği için mutlu; baba ona “fedakarlık” yaparak ona bir hediye verdiği için mutludur.
*
Demir Özlü’nün hatıratında okumuştum. 8 yaşındaki oğlunu alıp Stockholm’den Londra’ya gezmeye götürdüğünü anlatır “Sürgünde On Yıl” kitabında. Bu gezinin yazara hediyesi de “Prens Sabahattin Bey” adını verdiği hikayesidir. Oğlunun mutluluğu ise cabası…
*
Arayıp buldum o hikayeyi, birkaç kez okudum dönüp dolaşarak. Hikayeyi bize anlatan adam, oğluyla Londra seyahatine çıkar. Yağmursuz, ılık bir sabah vakti inerler havaalanına. Her meraklı turistin yaptığı gibi etrafa ilgiyle, hayranlıkla baka baka, yaşadıkları her anı en derinlerinde hissede hissede gezerler şehri. Gece bir otelde konaklarlar. Anlatıcı sabahın çok erken bir saatinde uyanır. Oğlu yanında derin bir uykudadır ama odada bir de misafirleri var.
“Sırtında siyah bir giysi” olan Prens Sabahattin, yatağın ucuna oturmuş, “gözleri pencereye doğru çevrili”dir. Bir rüyada mıdır, bir hayal mi görüyor belli değil; anlatıcı belki de uyanık bir halde gördüğü bir düştedir. Düş bile olsa güzeldir, zira bu davetsiz misafir hayranlık beslediği birisidir.
Koyu bir sohbete dalarlar, Prens Sabahattin Bey şunları söyler:
“Hayatımın otuz sekiz yılı sürgünde geçti. Evet. Gençtim ve yenilik düşünceleriyle doluydum. Babamı da hemen hemen ben ikna ettim yurt dışına çıkmaya. Dayım sultanın despotizmine başkaldırmıştım.”
Hikayenin bundan sonrası ilginç bir hal alır. Anlatıcı gündüzleri oğlunu gezdirir Londra sokaklarında, geceleri de Prens Sabahattin’le doyasıya muhabbet eder otel odasında.
Hikayenin anlatıcısı Sabahattin Bey hakkında çok şey biliyor, adeta onun uzmanıdır. Hayatını derinlemesine okumuş, kitaplarını, makalelerini kıraat etmiş, hakkında yazılanları yalayıp yutmuştur. Sohbetlerinin ana mevzusu, dağılan Osmanlı İmparatorluğu, Abdülhamit’i deviren İttihatçıların kısa sürede memleketin başına bela kesilmeleri, kurdukları feci sistem ve şüphesiz Prens’in “dayısı” Sultan Abdülhamit Han’dır.
*
Babası Damat Mahmut Celalettin Paşa, oğulları Mehmed Sabahattin ile Ahmet Lütfullah’ı yanına alıp Paris’e kaçtığında, sonradan “Prens Sabahattin” namıyla ünlenecek olan oğlu 22 yaşındaydı. Sabahattin, Seniha Sultan’dan olmadır. Seniha Sultan Abdülmecit’in kızı, Sultan Abdülhamit’in kız kardeşidir. Annesinden dolayı bizde “sultanzade”, gavur ellerde ise “prens” olarak anılır Sabahattin Bey.
Babası Mahmut Celadettin Paşa, Kaptanı Derya Damat Gürcü Halil Paşa’nın oğludur. İki yıl Paris konsolosluğu yapmış. Seniha Sultan’la yaptığı evlilik ikinci evliliğidir. Abdülaziz bir darbeyle indirilip yerine 2. Abdülhamit geçince önce vezir rütbesini aldı, ardından da Adliye Nazırlığına getirildi. Adli alanda bir yığın yeniliğe imza attı. Bir süre sonra “Çırağan Vakası”na adı karıştı, görevden alındı, sonradan masum olduğu ortaya çıktı ama o bir daha hiçbir devlet görevini kabul etmedi. Kendini şiire ve oğulları Sabahattin ile Lütfullah’ın eğitimine verdi. Kadıhanlı Emin Efendi, Adanalı Hayret, İsmâil Safâ, Sâdık Belîğ, Muallim Feyzi ve Hüseyin Dâniş gibi şahsiyetler, oğullarına Arapça, Farsça, Fransızca, fen bilgisi, resim ve piyano derslerini verdi, çocuklar kısa sürede Osmanlı, Arap, Fars ve Fransız edebiyatlarına vakıf oldu.
Bir eli yağda bir eli balda yaşama imkanı varken, Sultan Abdülhamit’e karşı olan muhalifliği elden bırakmadı ve 1898 yılında oğulları Sabahattin ile Lütfullah’ı alarak Paris’e kaçtı. Jön Türkler onu alay-ı valayla karşıladı, bir süre lider muamelesi gördü.
*
Babasıyla birlikte Paris’e gitmeden önce Sabahattin Bey’in aklına çoktan “aykırı” fikirler girmişti bile. Babası sayesinde devrin önde gelen edebiyatçı, fikir adamlarıyla tanışmış, onlardan edindiği bilgi ve kültürü özümsemiş, tecrübelerini incelemiş, babasına yapılan baskılar da üzerine binince, her münevver gibi “Türkiye’yi kurtarma” fikrine kapılmış ancak bunun yurt içinde sürdürülecek bir mücadeleyle değil, dış ülkelerin desteği ve yurtdışında örgütlenerek mümkün olabileceği sonucuna varmıştı.
Gittiği Paris bu fikri hayata geçirmek için mükemmel bir mekandı.
Jön Türklerin lideri Ahmet Rıza’ydı, onunla anlaşamadı, birçok ana meselede ihtilafa düştüler.
Günün birinde bir kitapçıda Le Play sosyoloji ekolünün temsilcilerinden Edmond Demolins’in kitaplarını gördü, aldı okudu ve “hayatı değişti”. Demolins’in kurduğu “Science Sociale” cemiyetinin faaliyetlerine katıldı. Özgün bir “kurtuluş fikri” yavaş yavaş kafasında vücut bulmaya başladı ama bunun için her şeyden önce “birlik” lazımdı, Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde dağınık bir halde bulunan Jön Türkleri bir konferansla bir araya getirmeyi düşündü. Ancak ta o günlerden bize kalan bir gelenek o gün de nüksetti; “gruplar arasında uzlaşma” bir türlü sağlanamadı. Ahmet Rıza bir yana Mizancı Murat Bey bir yana gidince o da üçüncü bir yön seçti; “Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyyet Cemiyeti”ni kurdu. Çıkardığı “Terakki” gazetesini cemiyetin yayın organı yaptı. Artık ne yapıp etmeli, bütün Jön Türkleri bir kongreyle bir araya getirmeli ve dayısı Sultan Abdülhamit’i mutlaka devirmeli; bu emeline 2. Jön Türk Kongresini toplamaya öncülük ederek de biraz daha yaklaştı.
*
Prens Sabahattin’i, Sultan Abdülhamit’e karşı yurt içinde ve yurt dışında faaliyet gösteren Osmanlı aydınlarından, özellikle de İttihatçılardan ayıran yönü, onun Abdülhamit sonrasına dair özgün bir fikri olan ender aydınlardan birisi olmasıdır. Bir iktidar hayal etmiyor; Şerif Mardin’in deyimiyle “bir toplum tasavvur” ediyordu. Onun dışında kalan hemen hemen tüm aydınlar “Hele bir Abdülhamit’i indirelim, sonrasına sonra bakarız” diyor, meseleye kısa vadeli bakıyorlardı. O ise meselenin tek başına Abdülhamit meselesi olamadığını, ondan önemlisi elden gitmekte olan imparatorluk olduğunu, onu kurtaracak bir yol bulmadıktan sonra Abdülhamit gitse de kalsa da değişen bir şey olmayacağını düşünüyordu. Bu yüzden de Paris’teyken yazdığı yazılarda daha sonra da hep “aykırı” fikirler ileri sürdü. Ona göre Türkiye’yi kurtarmanın yolu Abdülhamit’i tahtan indirmekten değil, indirdikten sonra memleketi bir arada tutacak “yerinden yönetime” dayalı bir idari yapı kurmak ve kalkınması için de “bireysel girişimi” yaygınlaştırmaktan geçiyordu. Bu yapılmadığı taktirde Abdülhamit gidecek, onu tahttan indirenler onun yönetimine benzer ve hatta muhtemelen daha beter bir yönetim kuracaklar. Önünüze böyle bir hedef koymadıktan sonra istediğiniz kadar meşrutiyet ilan edip anayasayı yürürlüğe koyun, idare şekli değişmedikçe, merkezi yönetim terk edilip yetkiler yerel yönetimlerle paylaşılmadıkça, devletten maaş bekleyen memur zihniyetinden kurtulup kişisel girişimin önü açılmadıkça memleket istibdattan kurtulamaz, bir diktatör gider, yerine yenisi gelir.
Bu yüzden, Abdülhamit’i devirdikten sonra Osmanlı’yı teşkil eden kavimlere hakları olan özgürlüğü vermeli, siyasi çıkarlarını imparatorluğun genel çıkarlarıyla birleştirmeli, bu yolla imparatorluğu parçalanmaktan kurtarmalıyız. Dış tehditler ve iç karışıklıklarla boğuşan Osmanlı’yı mevcut yapıdan kurtarıp, tıpkı Amerika’da olduğu gibi realist bir konfederasyon, yani yeni bir birleşik devletler statüsüne kavuşturmalıyız. Coğrafyası buna çok müsaittir, çünkü imparatorluk Asya kıtasında yekpare bir araziye sahiptir.
Ve şu cümle onundur:
“Kavimleri köle gibi istismar devri artık geçmiştir. Her milletin idari, iktisadi hukukuna samimiyetle riayet edilmedikçe umumi sulh ve selametin teminine imkan bulunamaz.”
“Adem-i merkeziyete” dair fikri aşağı yukarı bu şekilde olan Prens’in, “şahsi teşebbüs”e dair fikri de şöyle özetlenebilir:
Ülkede asırlardır tüketici memur sınıfı üretici ve faal yeni sınıfların doğmasını engellemiş. Bunun için her şeyi devletten bekleyen zihniyetten behemahal kurtulmak lazım. Kafası ve kolu çalışan her yetenekli bireyi, memuriyet esaretinden bir an önce kurtarmalı, onları memleketin cömert kaynaklarında çalıştırıp, memlekete ve kendilerine faydalı, mutlu bireyler haline getirmeliyiz. Memleketin bütün servet ve kaynakları ekalliyetlerin elinde, Türkler ise memur ve askerdir… Bütün hayatları boyunca ay başını bekleyip duruyorlar. Yetenekleri her geçen gün köreliyor, gittikçe fakirleşiyorlar.
Eğitim sistemi yeniden yapılandırılmalı, insanlar memur gibi değil, girişimci birey gibi yetiştirilmelidir.
*
Demir Özlü hikayesinde, Prens Sabahattin’le otel odasında yaptığı sohbette sözü buraya da getirir, bir yerde Prens Sabahattin ona şunları söyler:
“Birey, bizim kullandığımız terimle ferdiyet ortaya çıkmazsa o zaman her eğilime kolayca meyledebilir insanlarımız, hatta aydınlar da... Yöneticiler, kişisel ahlaktan yoksun olarak türlü kılıklara girebilirler. Özgürlük adına yola çıkanlar tarihte eşine rastlanması çok güç otokrat olabilirler... Bir yığın insan otokrasinin bir parçası olmakla ya da ona boyun eğmekle bir kişilik kazanacaklarını sanabilir. Geri toplumsal yapılar, ilkel materyalizm, günlük pragmatizm ve despotizm üzerine oturmuşlardır.”
*
Bu fikirler kimsenin umurunda değildi. Biçare Sabahattin Bey derdini kimselere anlatamadı. İttihatçısı, İslamcısı, Türkçüsü, milliyetçisi ağız birliği yapmış, önlerine sadece tek hedef, Abdülhamit’i tahttan indirmeyi koymuşlardı. Fransız İhtilaline benzer bir ihtilal fikriyle yatıp kalkıyorlardı. 30 yıldan beri alayına “kan kusturan, zalim, müstebit, kan içici, kimseye nefes aldırmayan” Abdülhamit bir ihtilalle devrilecek, bir anda bütün dertler bitecek, memlekete özgürlük gelecek, her yer güllük gülistanlık olacaktı! Sadece İttihatçılar ya da Aysel Tuğluk’un siyasal literatüre kazandırdığı deyimiyle “seküler güçler” böyle düşünmüyordu, iyi bir Müslüman olan, kalbi imanla dolu Mehmet Akif de aynı fikirdeydi. Ona göre Abdülhamit’in adı “kızıl kâfir”, bir diğer adı da “Yıldız’daki Baykuş”tu, içine “İblis’in ruhu” kaçmıştı.
*
Abdülhamit için 1908 İhtilali sonun başlangıcı oldu. Hiçbir bayram böyle coşkuyla kutlanmamıştır. Memleket dışına kaçmış muhalifler, sürgünler kafileler halinde yurda dönmeye başladılar. Mesela Mısır’da bulunanlar, “Osmaniye” adında bir vapur kiralayarak, tef ve dümbelek çalarak, güle eğlene geldiler memlekete.
Yıllarca Sultan Abdülhamit’e korku yaşatmış olan “yeğeni” Prens Sabahattin ise, ihtilalden sadece 8 gün sonra 2 Ağustos 1908 günü döndü memlekete. Gelirken yanında bir de tabut vardı. 17 Aralık 1903’te Brüksel’de vefat eden, Abdülhamit’in cenazesinin Türkiye’ye getirilmesini istediği halde oğullarının “o iktidarda oldukça bu mümkün değildir” diyerek ret ettikleri, Paris’te Père Lachaise Mezarlığı’ndaki Türk kabristanında yatan babası Mahmut Celadettin Paşa’nın kemiklerinin bulunduğu tabut…
Ertesi gün muazzam bir cenaze töreni düzenlendi İstanbul’da babasına. Tam anlamıyla bir “siyasi birlik” havasına vesile oldu bu cenaze, törende İttihat Terakki de temsil edilmişti.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Hüküm Gecesi” adlı romanında Sabahattin Bey’in memlekete dönüşünü şöyle anlatır:
“İstanbul’un bütün büyükleri ve kodamanları, münevver gençleri, kadınları, çocukları, okullar, Ermeni ve Rum cemaatleri, Galata rıhtımında sıra durmuşlar. Her yandan bayraklar sallanıyor, buketler atılıyordu. Sabahattin Bey vapurdan karaya ayak basınca sanki denizden çıkıp başka bir denize dalmış gibi oldu.”
Yakup Kadri, Sabahattin Bey’in daha sonra “Türkiye Nasıl Kurtarılabilir?” adını verdiği kitabında anlattığı fikirlerinin Osmanlı münevverleri arasında nasıl karşılandığını ve meşguliyetlerini de anlatır romanında.
“Ali Kemal, Sabahattin Bey’in ‘ferdiyetçilik’ ve ‘adem-i merkeziyetçilik’ nazariyelerini pek çiğ ve pek çocukça buluyordu.
Sabahattin Bey ise bu ucuz nazariyelerin isabetliliğine her zaman çok inanıyordu. Genç müritlerinden birkaçına Edmond Demonlains’in kitaplarını çevirtiyor ve kendisi de bazı kitaplar yazmakla uğraşıyordu.
Ateşin saçağı sardığı bir anda biricik kurtuluş çaresinin ‘ademi merkeziyet’te olduğunu söyleyen bu adamın hali memleketini düşman kuşatmış bir Alman bilginin kendisine ‘şehri nasıl kurtaralım?’ diye soranlara ‘ilkokullar açınız’ cevabı kadar yersiz, mevsimsiz, acayip ve hazindi.”
*
Dönüşünden sadece on beş gün sonra, onu rıhtımda “yaşa, varol!” nidalarıyla karşılayanlar hemen yüz çevirdiler ona, “Aman canım, bırakın o serseriyi, meğer ademi merkeziyetçiymiş, fasık, münafık herifin teki o” demeye başladılar.
“Yok ya, demek ademi merkeziyetçiymiş ha?”
“He ya, güya bizi kandıracak!”
Oysa buna benzer cümlelerle onu karalayanların hiçbirisi “ademi merkeziyetin” ne olduğunu bilmiyordu. “Ademi merkeziyetçi” birisini Kemal Sunal’ın bir filminde faşisti tarif etmesi gibi tarif ediyorlardı:
“Puşt gibi bir şey!...”
*
Döndüğü memlekette Prens Sabahattin’in sefası kısa sürdü. Demir Özlü’nün hikayesinde anlatıcıya Abdülhamit sonrası dönemi şöyle tarif eder:
“Ülkede, hürriyet diyemeyeceğim -çünkü hürriyetin temelleri sağlam olmalıdır, her zaman hürriyeti koruyacak ölçüde sağlam güçler olmalıdır- ama kaotik bir serbestlik vardı. Seçimler yapılacak Millet Meclisi açılacaktı. Milliyetçi olan, bu yüzden otokrat eğilimleri içlerinde taşıyan İttihatçılar, seçimlere girmemi, seçilmemi önleyeceklerdi.”
Abdülhamit “istibdatı” gitmiş, yerine İttihatçı “despotizmi” gelmişti. Seçimlere gittiler; Prens Sabahattin kurduğu “Ahrar Fırkasını” seçime sokmadıkları gibi onun da vekil seçilmesini engellediler.
*
31 Mart darbesinden sonra İttihatçılar koca imparatorluğa, günün moda deyimiyle tam anlamıyla “çökünce” Prens Sabahattin kendini kodeste buldu. Araya annesi ve Mahmud Şevket Paşa girdi, serbest kaldı. Ama o artık şiddetli bir İttihatçı karşıtıydı.
Balkan Savaşı sırasında Sultan Reşat’a hitaben bir yazı yazdı. Yazısında düşmanın dışarıda değil içerde, toplumsal yapımızda olduğunu söyledi; “tembellik ve merkeziyetçi idare çok kısa süre zarfında Osmanlı devletini tarihten silecek” dedi. Bu bardağı taşıran son damla oldu. O sırada bir başbakan için alınan ilk makam otomobilinde bir suikaste kurban giden Mahmud Şevket Paşa suikastı ona yüklendi, tekrar tutuklandı. Bir süre sonra serbest kalınca tekrar Paris’e kaçtı.
İttihatçılarla yıldızı hiç barışmamıştı zaten. Cahil İttihatçılar onu ve fikirlerini hiç anlamıyorlardı. Sadece yaman bir hasım olarak biliyorlardı, o kadar. Yurt dışına kaçtıktan sonra onu, “hazineyi soymuş, memleketi yabancılara satmış” hırsız bir “komisyoncu” gibi göstermeye çalıştılar uzun süre.
*
Mondros Mütarekesi’nden sonra padişah Sultan Vahdettin, o sırada İsviçre’de bulunan Sabahattin Bey’e yurda gelip Sadrazam olmayı teklif etti. Prens’in İngilizler ve Fransızlar nezdinde itibarı bir hayli yüksekti. Vahdettin, bu “itibarı” devleti kurtaracak yegane şey olarak görüyordu. Teklifi alan Sabahattin Bey pek sinirlendi ve teklifi getiren Satvet Lütfi (Tozan) Bey’e şunları söyledi:
“Ben baykuş değilim ki gidip vatanımın harabeleri üzerinde yuvamı kurup öteyim.”
Mütareke döneminde Damat Ferit Paşa’nın çıkardığı “müşkülata” rağmen memlekete tekrar geri döndü.
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Anadolu’da başlattıkları harekete gönülden destek verdi.
*
Demir Özlü’nün “Sabahattin Bey” hikayesinde anlatıcı, karşısında duran Prens’e sonuyla ilgili şu bilgiyi verir:
“Sonra 1918’de yeniden İstanbul’a döndünüz. Ardından da hiç ummadığınız bir zamanda, Cumhuriyet’in ilanından sonra, 5 Mart 1924, gece yarısı yirmi dört saat içinde yurdu terke zorlayan o çağrıyı aldınız. Çağrıyı getiren komiser ağlıyordu. Sultanın zulmüne başkaldırmış olan siz, sultanın akrabası olduğunuz için sürgüne gidecektiniz.”
Hanedanın kendisine sunduğu bütün imkanları elinin tersiyle iten, Abdülhamit’in kız kardeşiyle evli babası, istibdat rejimine karşı çıktığı için gurbet ellerde ölmüş, kemikleri kayınçosu devrildikten sonra memlekete getirilmişti. Oğlu da hakeza… Hiçbir zaman kendini hanedanın bir mensubu olarak görmemiş, dayısı Abdülhamit’e büyük kabuslar yaşatmış, ona hiçbir zaman taviz vermemişti. Gönülden desteklediği Cumhuriyet rejimi ise “hanedan mensubu olduğu için” onu tekrar sürgüne gönderiyordu.
*
Gitti, İsviçre’ye yerleşti. Çok uzun yıllar unutuldu Sabahattin Bey. Sonra 1948 yılında gazeteci Ahmet Emin Yalman merak etti, İsviçre’de bulunduğu bir sırada ona haber vermeden Luzern civarında oturduğu köye gitti. Hatıratında anlatır Yalman, Prens orada yaşıyordu, yaşadığına yaşamak denecekse. Yattığı yer bir oda değil, bir ahır, bir aralık, bir yüklük gibi bir yerdi. İçinde dar bir kerevitten ibaret bir yatak, bir de küçük bir masa vardı. Hatta masa değil de bir sehpa… Sehpanın üzerinde bir tarafı yenmiş bir parça kuru ekmek duruyordu.
“Padişah saraylarının debdebesi içinde büyüyen; milletin, hürriyeti, varlığı, kalkınması için gurbetlerde çalışmak azmiyle her şeyi feda eden, her tehlikeye, felakete, mahrumiyete katlanan büyük Türk fikir adamının, fedakar vatanseverin son günlerinin korkunç bir sefalet ve kimsesizlik içinde geçtiğinin en son tanığı” gazeteci Ahmet Emin Yalman oldu.
Sefaletini olağan sayıyor, halinden şikayet etmiyordu.
Kısa bir süre sonra Prens Sabahattin bu ahırda son nefesini verdi. Hanedan mensuplarının ölüsünün de memlekete gelmesi yasak olduğu için, kemikleri DP iktidara geldikten sonra çıkarılan bir kanunla, ancak 1952 yılında memleketine getirilebildi.
*
Prens Sabahattin, çokça babasına benziyordu ama galiba ona benzeyecek bir oğlu olmadı.
- Üstat17 dakika önce
- Enkidu ile Şems-i Tebrizî'yi kim öldürdü?2 gün önce
- Kitapların kıymetini bilmek1 hafta önce
- Türkiye'de heykeli dikilen İsveçli şair1 hafta önce
- Bir edebi eser olarak "Kapital"2 hafta önce
- Ne umdular ne buldular?2 hafta önce
- Savaş, barış, toplum2 hafta önce
- Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk3 hafta önce
- Çok yakın, yine de çok farklı4 hafta önce
- Flaubert ile Turgenyev'in ölümü1 ay önce