Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Çoğu zaman bir kitabı baştan sona okumak gerekmiyor. Bazı kitaplar her zaman, her an bir yerinden açılıp okunacak kitaplardır. Bir sayfasını açar, okumaya dalar, bir de bakmışsınız ki kendinizi kaptırmış, dalgaların üzerinden sürüklenen bir kayık gibi bulunduğunuz yerden bir hayli uzaklaşmışsınız.

Bugünkü modern demokrasilerin olmazsa olmazı olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin esasını ortaya atmış, “Kanunların Ruhu” kitabıyla yasama, yürütme ve yargıyı birbirinden ayrı görmüş Fransız filozof Montesquieu’nun “İran Mektupları” da böyle bir kitaptır işte.

Bir sayfasını açın, bir mektup okuyun, mutlaka arkasından geleni de okumak istersiniz.

“İran Mektupları” filozofun başyapıtı olan “Kanunların Ruhu”na da ilham veren kitabıdır. Bir fikir eseri mi, bir roman mı çok net değildir. Belli ki roman tekniğini kullanarak asıl söylemek istediği çetrefil şeyleri daha kolay, daha yutulur şeyler haline getirmiş filozof…

*

Kitap ilk defa, Hollanda’da piyasaya çıkmış. 1721 yılında Amsterdam’da yayınlanan kitabın üzerinde müellifin adı yoktur. Yazar kitabını sansürden kurtarmak için bu yolu seçmiştir.

Kitap Avrupa’da büyük bir coşkuyla karşılandı. Voltaire, “Acaba” dedi, “dünyada İran Mektupları’ndan daha kuvvetli şey var mıdır? Acaba hükümeti ve dini daha ziyade ihtimamla ele alan daha mükemmel bir eser yazılmış mıdır?” diye sordu; arkasından da J. J. Rousseau, “Size azametli bir eser tavsiye edeceğim; İran Mektupları” dedi. Kitap hem bir edebiyat olayı hem de dönemin siyasal ve felsefi eleştirisi olarak selamlandı.

*

Montesquieu bir buluş yapmıştı. Bu kitabın yazılmasından yüz yıl önce Fransızcaya çevrilmiş olan “Bin Bir Gece Masalları”ndan beri, o kitabı okuyan herkes için bir gizem diyarı, bir masal ülkesi olan Doğu hep çekiciliğini korumuştu. Bu; çeşmelerinde şerbet akan, sokaklarında dilberlerin raks ettiği, altın kubbeli şehirleriyle ünlü diyarı keşfetmek için seyyahlar, yazarlar kafileler halinde yola çıkıyordu. Herkes gördüklerini yazmak için çıkmıştı sefere. Büyük yolculuk Batı’dan Doğu’yaydı. Filozof tersini yapmış, bu kez kahramanlarını Doğu’dan Batı’ya doğru yolculuğa çıkarmıştı. Hayatında hiç Doğu’ya seyahat etmemiş olan filozofun rehberliğini Fransız mücevherci ve seyyah Jean Chardin’in on ciltlik “İran Seyahatnamesi” yapmıştı.

Kitabın kahramanı iki İranlı asilzadedir. Erzurum’dan İzmir’e, oradan gemiyle Fransa’ya gidiyorlar. Yol boyunca saraya, büyükelçilere, din adamlarına mektuplar yazıyorlar. O tarihlerde Doğu Batı’ya dair ne biliyordu? Bu mektuplarda bunlar anlatılır. Bir de Doğu’nun gizemli saray hayatı… Batılıların rüyalarını süsleyen hayat… İran’dan yola çıkarak, Fransa’ya gitmeye çalışan, bu vesileyle dünyanın farklı coğrafyalarında bulunan kişilerle mektuplaşan kahramanların gözünden, hem o dönemin Fransa’sının bir resmini çeker filozof, hem de farklı coğrafyadaki toplumsal algı biçimlerini göz önüne serer.

*

Özbek adında bir İranlı şehzade -ki ülkenin şimal doğusu Özbekistan’dan geldiği için bu isimle anılır- İsfahan’daki muhteşem sarayını, sarayda geçen debdebeli hayatını, haremindeki dünyalar güzeli kadınlarını, haremağalarını, hanlarını hamamlarını, altınlarını gümüşlerini, sevdiği ülkesini günün birinde terk etmeye karar verir, yanına Rika adındaki dostunu alarak Batı’ya doğru uzun bir yolculuğa çıkar. Bu seyahatin iki amacı vardır; biri zahiridir ki şehzade saray içindeki dalkavuklardan, riyadan, yalandan bıkmış, içteki çürümeyi görmüş, bunun bir parçası olmamak için saraydan kaçmıştır-, ikincisi ise başka iklimleri, başka insanları, onların huylarını, duygularını, ilim ve sanat sevgilerini, sezgilerini, fikirlerini, ahlaklarını, ibadetlerini, devleti idare tarzlarını görmek, incelemek, sonra da onları memlekete getirip orda hayata geçirmek, onlardan ders ve ibret almak, istifade etmekti.

Filozofun “İran Mektupları”nı yazmaktaki amacı da budur aslında. Peki bundan üç yüz sene önce bir Fransız filozofu meselesini anlatmak için neden İran denilen ülkeyi seçer?

Montesquieu şüphesiz İslam’ın ilme, ilim uğruna “yollara düşmeye” verilen büyük önemi biliyor, bir de Hazreti Muhammed’in, “İlim Çin’de bile olsa talep ediniz” hadisini de… (“Peygamberimiz ‘İlim Çin’de olsa gidin alın,’ buyurmuş. Bu şu demek; siz ne Çin’e gidebilir ne alabilirsiniz, bulduğunuzu bile yiyemez, yediğinizin de ne olduğunu bilemezsiniz, oturun oturduğunuz yerde, ilim Çin’den uzak, Çin ilimden derin, ilim kiminin en kuytusunda, kiminin iki kaşının ortasında.”-Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek, s.57-)

Oysa “ilim” Çin’de değil, o sırada Avrupa’dadır. Tamam, Doğu her şeyin başladığı yer olabilir ama neyleyelim ki onların meşguliyeti farklı, tefekküre daldılar, buluş yapmadılar, yeni ticaret yolları keşfetmek için kafalarını yormadılar; biz de ticarete başladık, yeni yerler keşfettik, yeni pazarlar buluyoruz, kazandıklarımızı, bulup getirdiklerimizi muhafaza etmek için doğru düzgün bir yönetim biçimi arıyoruz; Doğunun tecrübesi, bizim aklımız dünyaya yeni bir düzen verebilir, o halde alayım bir şehzadeyi Hafız’ın ülkesinden, dünyaya yeni bir nizam vermeye namzet Fransa’ya getireyim, görsün “ilmin” nasıl bir yerde ikamet ettiğini!…

Kuşkusuz filozof bu kadar “basit” düşünecek bir kafaya sahip değil, onun aklı benimkinden kat be kat ama söylediklerinin bozuk para edilmiş hali aşağı yukarı biraz böyle.

*

Zaten bu durum daha ilk mektupta tescilleniyor. Şehzade, yola çıkarken İsfahan’daki dostu Rüstem’e yazdığı Birinci Mektup’ta, ülkesi İran’ı şöyle tasvir eder:

“Rika ve ben öğrenme arzusunun memleketlerinden çıkmaya zorladığı, bilgeliğe emek harcayarak ulaşmak uğruna sakin bir hayatın kolaylıklarından vazgeçmiş ilk İranlılar biziz belki de. Biz bayındır bir krallıkta doğduk; fakat bu krallığın sınırlarının bilgilerimizin de sınırı olduğuna sadece doğunun ışığıyla aydınlanmamız gerektiğine inanmadık.’’

*

Bu mektupta “doğunun ışığı” kavramıyla karşılaşınca; İranlı bir baba ve Gürcü bir anadan olma, Tahran’da doğmuş, Paris Sorbonne Üniversitesi’nde okumuş, Tahran Üniversitesi’nde Sanskrit ve Hint dilleri profesörlüğünü yapmış, Fransızca, İngilizce, Rusça, Türkçe ve Gürcüce bilen, Doğu ve Batı kültürlerinin özelliklerine kafa yormuş, memleketimizde en çok “Yaralı Bilinç” ile “Melez Bilinç” (Metis Yayınları) kitaplarıyla tanınan, İran ve yakın Doğunun en önemli filozoflarından birisi olan Daryuş Şayegan’ın Libération”da yayınlanan, Türkçeye Ali Hasar tarafından çevrilen mülakatında alimin “Işık Batı’dan Gelir” adlı bir kitap yazdığını okuduğumu hatırladım bu yazı için malzeme toplarken. O mülakatı tekrar açıp okudum. Muhabirin “Işık Batı’dan Gelir: Eserinizin adını harfi harfine kabul etmek gerekir mi? sorusuna şu cevabı veriyor:

Evet ve hayır! Işık, bir bakıma, 18. yüzyıl Aydınlanma Çağı'nı da simgeliyor zira. İnsanlık tarihinde bir kırılma anı bu çağ; (…) Öte taraftan, bireyselliğin ve hatta maneviyatın serpilebilmesi için, çelişkili bir biçimde, insanın sekülerleşmiş bir çevrede, bir hukuk devletinin boyunduruğu altında ve de akılcı ve demokratik teşekküllerin himayesi altında yaşaması gerekiyor. Modernlik serüveninin, insanın özgürleşmesinin uçsuz bucaksız bir hareketi olduğunu düşünüyorum.

İslâm dünyasında, din gitgide mahremiyet alanının sınırını aşıyor. Halbuki, bilgi ve imanın mücbir ayrımı olmadan atalara ait atavizmlerden arınmış bir topluma katiyen sahip olamayacağımızı belirtmek gerekiyor.”

Bunları, yakın bir zamanda 2018 yılında vefat etmiş kapı komşumuz İran’dan bir mütefekkir söylüyor. O İran ki, Batılı seyyahların, yazarların, filozofların yollarını Doğu’ya, yani “İslam dünyasına” çıkaran ülkedir. Aslında Batı’dan Doğu’ya baktıklarında Batılılar İslam’ı yekpare olarak görüyorlar. Onlar için Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan diye tek tek ülkeler yoktur, bu ülkelerin tümü “İslam dünyasını” meydana getiriyorlar.

Batı, tarih boyunca, Doğu’nun onu merak etmesinden daha çok merak etmiş Doğu’yu. Daryuş Şayegan’a göre, 18. yüzyılda Batı, Doğu’ya dair muazzam bir bilgiye sahipken, Doğu onlara dair birçok şeyden “habersiz”dir. Karşılıklı ilgide bir “dengesizlik” vardır alime göre. Mesela 18. yüzyılın sonunda Batılı öğrenciler, İslam dünyası hakkında elle tutulur bir bilgiye sahiptir. Bu yüzyılda, Arap grameri üzerine yaklaşık yetmiş kitap, Farsça üzerine on, Türkçe üzerine de on beş kitap basılmıştır Avrupa’da. On Arapça, dört Farsça ve yedi Türkçe sözlük vardır. Aynı dönemde Arapçada hiçbir şey yoktur, Farsça ve Türkçede de keza…

Bu ülkelerin içinde İran’ın (bugün karakolda öldürülen Jîna ‘Mahsa’ Emînî hadisesiyle gündemde) Batılı yazar, seyyah ve filozofları için farklı bir anlamı vardır. Her şeyden önce “Bin Bir Gece Masalları”nın mekanı, Hafız’ın memleketidir, o Hafız ki Goethe’ye “Batı-Doğu Divanı”nı yazdırmıştır, Mevlana’ın dillendirdiği “Mesnevi”nin yeşerdiği toprakları, modern dönemlerde ise muhteşem filmlerin çekildiği büyük sinema yönetmenlerinin ülkesidir.

*

“Uygarlık çemberi” kavramı kime aittir bilmiyorum; Engin Ardıç hocası Tahir Alangu’dan duyduğunu yazmıştı (O da İbn Haldun’a bağlar) bir zamanlar, oradan kalmış aklımda. Bu teoriye göre, tarihin belirli dönemlerinde bazı toplumlar bu “çemberin” dışına düşer, “tarihle randevularına geç kalan” toplumlardır bunlar, Daryuş Şayegan’a göre İran “tarihin randevusunu kaçırmış” bir ülkedir. Üç yüz yıldan beri “tarihte tatildeyiz” diyor. Zamanın dışına çıkarak hem de… Zamanla her hareketi “ayine dönüşen” bir toplum... Bir süre sonra “özel alan” ile “ilahi alan” birbirine karışmış burada. Böylece, “bizim ilahi alanın tuzağına düşmemiz kadar, ilahi alan da bizim muamelelerimizin kurbanı oldu,” der.

*

Müslümanlar Doğuda "tefekküre" dalmışken Batının küçük kurnazları altlarındaki uçan halıyı çekmeye hazırlanıyorlardı. Gemilerine bindiler, misyoner, diplomat, seyyah kılığına girdiler, geldiler, dillerini öğrendiler, arkeolojik kazı diye topraklarını kazmaya başladılar, hazinelerini alıp götürdüler, Müslümanlarsa hâlâ “tefekkür” halindeydi.

Onların gelişine hazırlıklı değildi Müslümanlar. Ortalık bir hayli dağınıktı. Toplumları “yeniliklere açmak” kafirlik sayılıyordu. Başlarına icat çıkarmak istemiyorlardı. Üstelik yaklaşık yirmi beş yüzyıl önce bir Çin bilgesi onları “bu tehlikeye” karşı uyarmıştı da.

Şayegan o bilgenin hikayesini şöyle nakleder:

Zi Gung, Han Irmağı’nın kuzey yakasından geçerken bostanda çalışan yaşlı bir adam gördü. Adam bostana sulama arkları açmıştı. Kuyuya kendisi iniyor ve elleriyle çıkardığı bir kova suyu arka döküyordu. Bütün yorgunluğuna rağmen çok kötü bir sonuç elde ediyordu.

Zi Gung, ‘Bir günde yüz arkı sulamanın bir yolu var. Az bir yorgunlukla büyük sonuçlara ulaşılıyor. Sen de yapmak istemez misin? dedi. Bostancı ayağa kalktı, ona baktı: ‘Nasıl bir yol?’ dedi.

Zi Gung: ‘Arkası ağır önü hafif bir ağaç levye alırsın. Böylece bol bol su çekebilirsin. Bunun adı zincirli kuyudur,’ dedi. Yaşlı adamın suratı öfkeyle gerildi, sonra gülerek şöyle dedi;

‘Ustam der ki: Makina kullanan kişi bütün işlevlerini makina gibi görür; işlerini makina gibi gören kişinin makina gibi bir yüreği olur. Ve göğsünde makina gibi bir yürek olan kişi masumiyetini kaybeder. Saf masumiyetini kaybeden kişi ruhunun hareketlerinde kararsız olur. Ruh kararsızlığı doğru anlamla uyuşamaz. Bu şeyleri bilmediğimden değil kullanmaktan utanırım.”

Alime göre Müslümanlarda “saplantı derecesinde yenilik korkusu” vardır. Şöyle devam eder:

“Yenilik yapmaktan korkulup, başkalarına karşı edilgenleşilince başkalarının eline kalınır. Kaçınılmaz olarak başımıza gelen de bu oldu. Bir gün geldi, tuzağa düştüğümüzü, kaderimizin dizginlerinin artık elimizde tutamadığımızı, topraklarımızdan demiryolları geçtiğini, telgraf direklerinin tarlalarımızı ağ gibi sardığını, buharlı gemilerin limanlarımıza yanaştığını gördük. Tavrımız geri çekilme oldu. Tıpkı asırlık tatilimizi zararsız sürdürerek anıtlarımızı seyre daldığımız gibi, çevremizde dolanan bu tüccarları, misyonerleri ve seferdeki birlikleri pasif bir şekilde inceledik.”

*

O halde alimim ülkesi İran’a dair değerlendirmelerine devam edelim.

Yıllarca ülkesinden uzak kalmış bir adam, İran’a döndüğünde ülkesine kavuşmanın heyecanı içindedir. Evine gitmek için Tahran Havaalanı’nda bir taksiye biner. Yarı yolda şoföre, ilk tütüncüde durmasını söyler.

Şoför sorar:

“Tütüncüde ne yapacaksınız beyim?

"Sigaram kalmamış... İki paket sigara alacağım.”

“Alamazsın beyim, sigarayı artık camide satıyorlar!”

“Camide mi satıyorlar? Yahu, cami Allah’ın evidir, oraya ibadet etmeye gidilmez mi?”

“Hayır beyim! İbadet etmek için artık üniversiteye gidiliyor.”

“Peki, o zaman eğitim nerede yapılıyor?”

“Eğitim hapiste yapılıyor beyim!”

“Hapiste hırsızlar, soyguncular yok mu?”

“Onlar artık mecliste beyim!”

Şayegan’a göre tuzaklarla dolu bu anekdotta her şey yer değiştirmiş, din ticarileşmiş, üniversite bir sirk alanına dönmüş, hapishane üniversite olmuş, parlamento ise sabıkalılarla dolmuştur. Hiçbir şey yerinde değildir.

Alimin “Yaralı Bilinç” kitabından bir anekdot daha:

“Anlatıldığına göre Apollo Ay’a vardığında ve insan ilk kez Ay’a bastığında, bir din okulunun işgüzar birkaç öğrencisi, hocaları olan çok saygın bir Ayetullah’a haber verirler. Ayetullah'ın tepkisi çok beklenmedik şekilde olur. ‘Batı basınının söylediği bütün bu saçmalıklara inanıyor musunuz yani?’ der suratını asarak. Öğrenciler televizyonda görüntüleri gördüklerine bütün imamlar üzerine yemin ettiklerinde hoca daha da ketumlaşır. ‘Bunun akli hiçbir delili yok,’ der sonuç olarak. ‘Neden olmasın? der öğrenciler. İmam: Çünkü yer kürenin içinden geçilemez,’ der. Şaşkınlık içindeki öğrenciler son bir cesaretle, ‘çalkantılı okyanusları yürüyerek geçen mutasavvıfların kerametvari güçlerinin akli bir delili var mıydı?’ derler. Hoca ‘evet’ der.”

Alime göre İranlılar, atalarından kalma ağırlıklarının altını eşelemekten korkuyorlar, çünkü bunu yaparlarsa eğer, oralarda gömülüp gitmekten, kimliklerini kaybetmekten çekiniyorlar.

Şöyle der:

“Biz İranlıların ayağında iki büyük pranga vardır. Bu prangalar bizi realiteden uzaklaştırıyor. Gerçek ve ayağı yere basan politikalar üretmemize engel oluyor. Bu prangalardan birisi tarihimiz, diğeri de petrolümüzdür. Bu ikisi olmazsa, şimdiye dek çok daha iyi yerlerde olabilirdik.”

*

“Yaralı Bilinç” kitabında her ne kadar ağırlıklı olarak İran’ı anlatsa da komşuda pişenin kokusu ister istemez bize de geliyor, biz de pek farklı değiliz onlardan. Özellikle, son günlerde memleketimizde de pek revaçta olan “muhalif aydın” tavrı üzerine söyledikleri derslerle doludur büyük alimin:

“Aslında bizim ülkemizde entelektüeller, çalışma masalarının ardında sükunetle düşünen bilge düşünürlerden ziyade, yel değirmenlerine karşı savaş açan Haçlıları andırırlar. Bizim dünyamızda entelektüel olmak, her şeyden önce iktidara muhalif olmaktır. Gelip geçen rejimlerin çoğunun ya baskıcı ya da düpedüz totaliter olduğu göz önünde bulundurulduğunda anlaşılır bir şeydir bu. Ama ne yazık ki muhalefet, yeteri kadar düşünülmemiş ve kaba kalmaktadır. Beraberinde ne bir eleştirel çözümleme ne bir yeni perspektif ne de mesafe koyma tavrı gelmektedir. Muhalifin rejime başkaldırması, bir çocuğun babasına ya da annesine başkaldırması gibi olmaktadır. İktidarın kültürel bağlamını hiçbir zaman göz önünde bulundurmamaktadır. Neden bir diğeri değil de bu iktidar iş başındadır? Nasıl olur da hep aynı modeller, amansız bir geri dönüşlülük ve inatla kendilerini tekrarlar? Nasıl olur da en övgüye değer çabalar başarısızlığa mahkum olurlar? Bu kadar yedi canlı olup, bitmek bilmeyen raydan çıkmalara yol açmaktan başka bir şey yapmayan ve hep yinelenen bu başarısızlık nereden gelmektedir? Toplumsal-ekonomik etkenlerin çözümlemesi -bir tür kaba Marksizmin, bunun araçları sağlamasından beri bu yaklaşım çok yaygınlaşmıştır- yeterli değildir. Eski düzeni devrimle alaşağı etmek, ne yazık ki, daha eşitlikçi bir düzenin kurulması anlamına gelmemektedir!”

*

Montesquieu’nun “İran Mektupları”ndan, İran’ın ve bizim ezeli “dertlerimize” geldik. O halde, Özbek’in İsfahan’daki dostu Rüstem’e yazdığı, dönemin Avrupa’sının Osmanlı devletine bakışını yansıtan 19’ncu Mektupla bitirelim yazıyı.

“Tokat’ta sadece sekiz gün kaldık. Otuz beş gün süren bir yürüyüşten sonra İzmir’e geldik. Tokat’tan İzmir’e kadar ismini anmaya değecek tek bir şehir dahi yok. Osmanlı İmparatorluğu’nun ne kadar zayıf olduğunu hayretle gördüm. Bu hasta vücut yumuşak, itidalli bir rejimle değil, imparatorluğu tüketen, durmadan zayıflatan şiddetli tedbirlerle ayakta duruyor… Ticaret yapmaktan aciz Osmanlılar, daima çalışkan ve girişimci olan Avrupalıların, topraklarında ticaret yapıp kendilerini zenginleştirmelerine bin bir lütufla müsaade ediyorlar…"

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar