Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

“Yeni bir tahayyül” lafı herkesin ağzından çıkabilir ama “tahayyül” kelimesi daha çok şairlerin ağzına yakışır. Siyasetin şiire en yaklaştığı yer “yeni bir tahayyül”dür ama siyasetle şiiri birbirinden ayıran şiirde “tahayyülün” hep tahayyül olarak kalması; siyasette ise iktidara gelir gelmez “tahayyülün” gerçekleşmiş olduğuna siyasetçinin inanmış olmasıdır.

Şiirde tahayyül bittiğinde şair de biter, siyasette “tahayyül ettiğine” ulaşan siyasetçi ise despotlaşır.

Ama an gelir, bazı şairler de artık tahayyülden vazgeçer. Birçok şairin cebinde intihar haplarıyla dolaşmasının sebebi budur.

*

Karin Boye’un adını daha önce rahmetli Mehmed Uzun’dan duymuştum. “İsveç edebiyatının en parlak yıldızlarından birisidir” demişti, aklımda o kadarı kaldı. Hiçbir şiirini veya kitabını merak etmedim ondan sonra.

Geçenlerde lise birde okuyan kızım geldi. Elinde “Callocain” adında küçük bir İsveççe kitap vardı. Kitabı uzattı bana, bir sürü satırın altını çizmişti. Anlatmaya başladı derdini.

Hocası vermişti kitabı ona. Okuyup bitirdikten sonra içinden üç paragraf seçecek, sonra o üç paragrafın onda yarattığı intibaı bir metne dönüştürecekti. Atış serbestti.

Ben İsveççe bilmiyorum. Kitabı biraz karıştırdım, yazarla ilgili bilgiye ulaşabilirdim ama kızımdan bana kitabı biraz anlatmasını istedim.

“Kitapta bir ‘Dünyadevleti’ var baba” diye başladı anlatmaya. “Distopik bir toplumda geçiyor olay… Bütün dünya bu devlet tarafından yönetiliyor. Bitmeyen bir savaş var her yerde. İnsanlar savaştan dolayı yeraltına inmiş. Kimsenin kendine ait bir fikri yoktur. En basit fikir bile Propaganda Bakanlığı’nın denetiminden geçiyor. Kimse kimseye güvenmiyor. Herkes sadece devlete güveniyor. Herkes vatan haini olabilir devlete göre, insanın en yakınındaki bile düşmanı olabilir. Devlete ihanetin cezası ölümdür. İnsan biyolojik bir varlıktan öte hiçbir şey değildir. Çocuklar yedi yaşından itibaren askeri kamplara yollanıyor. Kadınlar devlet için doğuruyor. İnsanlar günün yirmi dört saati ‘Polis Gözü’ ve ‘Polis Kulağı’ adı verilen cihazlarla gözleniyor. Yatak odalarında bile özel hayat yoktur. Kitapta bu rejime ‘Düzen’ adı verilmiş. Bu ‘Dünyadevleti’nde birey mülk edinemez. Her şeyimizle devletin malı olduğumuza göre duygu ve düşüncelerimiz de devlete ait olmalıdır. Leo Kall adlı kitabın başkahramanı bir kimyagerdir. Düzen yanlısıdır, gecesini gündüzüne katarak devletin hizmetindedir. Bir deney sırasında bir ilaç keşfeder. İlacı o bulduğu için kendi adından yola çıkarak ‘Kallokain’ adını verir ona. Mükemmel bir ilaçtır. Çünkü yurttaşların arasında devlete karşı duygularını gizleyen, kötü niyetini bir biçimde ortaya çıkarmayan hainler hep vardır. Onları tespit etmek gerekir. Bu tür insanlara bu ilaçtan bir doz verildiğinde, onlar da tam da devletin istediği gibi konuşmaya başlıyorlar. İlacı alanlar kendilerinin bile farkına varmadıkları sırlarını, gerçek niyetlerini, hayallerini bir bir anlatmaya başlıyorlar. Hem de hiç işkenceye maruz kalmadan. Böylece devlet rahatlar, bundan böyle hiç kimsenin zararlı fikri olmayacak, hainler daha eyleme geçmeden yakayı ele verecek, düşünceler daha rahat yargı karşısına çıkacaktır.”

Kızım kitabı anlatırken, 1999’da Kenya’dan Türkiye’ye getirildiğinde Abdullah Öcalan’ın anlattıkları karşısında taraftarlarının “ona ilaç vermişler” demeleri geldi aklıma. Sakın bu ilaç “Kallokain” olmasın dedim kendime, her neyse…

Kitaptan çıkardığı paragrafları sordum kızım Liyan’a, paragraftan çok üç soru biçimlendirmişti kafasında:

“ 1. Geçmiş zamanların hatırası yetmediği için mi insan hayatının geri kalanında da bir şimdiye ihtiyaç duyar?

2. Yolların hep mi bir uçuruma çıkması gerekir?

3. Peki sizler gerçeği dinlemeye hazır mısınız?”

Bu sorular üzerine konuşmaya başladık. Söz döndü dolaştı Nazi Almanya’sında Hitler’e bir kurtarıcı muamelesi yapmış olan koca Alman toplumuna geldi. Hep birlikte çıldırma noktasına gelmelerine… Bir felsefe dili olan Almancayla yazmış olan o büyük mütefekkirlerin, yazarların yükselen faşizm karşısında dillerini kaybetmelerine… Çaresizliklerine..

Zaten Karin Boye da tam o dönemde yitirmişti umudunu. Bu romanı yazdıktan sonra elden gitmekte olan dünyaya, dünyanın kılcal damarlarına gittikçe nüfuz eden faşizm mikrobuna bakıp çaresizliğine yanmıştı…

*

Yazarın, kitabın arka kapağındaki fotoğrafına baktım bir süre.

Ufacık tefecik, narin, çıt desen kırılacak bir kız çocuğuna benziyor. Daha çok bir erkek çocuğuna… Şair olarak tanındı ülkesinde Karin Boye. Hatta ülkesinin en iyi kadın şairlerinden biri… Yüzyılın başında, Göteburg’ta dünyaya gelmiş. “Kallokain” yayınlandıktan bir yıl sonra hayatına son vermiş. İntihar ettiğinde Avrupa’da yükselen faşizm, insanlığın ortak geleceğini çoktan karartmıştı. Kara bir lanet, kara bir kartal olmuş, geniş kanatlarını açıp ışığa engel olmuştu. Karin Boye çaresizdi, çözülüyordu, intihar fikri yaşama fikrine baskın geliyordu. Dili kurumuştu. Dil çaresizdi. Toplu bir delirmenin tam ortasındaydı insanlık. Alman ordularını durduracak hiçbir güç yoktu artık. Büyük büyük salonlarda sadece onların sloganları yankılanıyordu. Sesleri boğuk ve korkutucuydu. Kendi devleti İsveç’in umurunda değildi. Demir madenini keşfetmişti. Almanlara vagon vagon demir sevkiyatı yapılıyordu. İsveç’in demiri ray oluyor, üstünden trenler kayıyor, mermi oluyor, masum bir insanın günahsız bedenine saplanıyordu.

İşkenceye, eziyete gerek yoktu; Kallokain’den bir doz alan faşizmin istediği neyse, işte tam da o dilden itiraflara başlıyordu.

Zaten ruhi sarsıntılardan mustarip Karin Boye hepten yaşama umudunu bu sırada yitirdi. Onun gibi hassas ruhlar için ne savaşın sonu vardı ne de savaştan sonra bir umut… İşte romanı bu karanlık hakikatin bir ürünüydü. Tek bir kurşunu vardı, sıktı faşizme, tam kalbinden vurdu.

“Saatlerin girdabında yutulan” bir hayatı sürdürmenin anlamı yoktu; yaşamasa da olurdu.

*

23 Nisan 1941 günü yanına bir sürü uyku hapı aldı. O gün hava çok soğuktu. Ormana gitti. Akşamdı. Bir süre sonra hava ayaza kesti. Cebinden çıkardığı uyku haplarını içti. Çömeldi. Etrafında meşe ağaçları vardı, yanındaki taşlar yosun bağlamıştı. Uykuya daldı. Sonra yavaş yavaş dondu. Dört gün sonra bir çiftçi kaskatı kesilmiş cesedini buldu. Nasıl çömeldiyse öyleydi. Üstünde gri bir yün elbise vardı, başında el örgüsü yün bir bere... Belli ki derin uykuya dalmadan önce tepenin başında, önünde uzanan akşam kızıllığını son defa seyretmiş, şehir ışıklarına son defa bakmıştı.

Donarak öldüğü 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gece, Hitler orduları Selanik’te Yunan ordusunu bozguna uğratmış, Yunanistan’a girmişti.

Öldüğü yerde çömelmiş bir insana benzeyen yekpare büyük bir kaya kütlesinde heykeli niyetine onun adı yazılır bugün.

Hayata veda etmeden bir süre önce yazdığı bir şiirden bazı mısralar şöyleydi:

“Bir amacı ve anlamı var elbet yolculuğumuzun

bu yolculuk her çabaya değer

(…)

Durma devam et yoluna, devam et! Gün ışıyor

Sonsuz bizim büyük maceramız”

*

“Yeni bir tahayyül” en çok şairlerin ağzına yakışan bir sözdür. Hayatlarından vazgeçerken bile bize “yeni tahayyüllerden” vazgeçmemizi salık veren şairlere…

“Elbet acı duyar tomurcuklar açarken

Acı duyar büyürken

ve direnirken”

diye başlayan Karin Boye’un uzun şiiri;

“Artık hiçbir şeyin yararı yoktur doğuşa

sevinçler fışkırır tomurcuklar dallarda

tüm korkular yok olur

ışıldayarak yere düşer damlalar

unuturlar doğuşun korkusunu

unuturlar yolculuğun korkusunu

o büyük güvenceyi duyarlar bir an

dünyayı yaratan”

diye biter.

*

Bizi biz yapan, anılarımızdır. Ama devirler değişir, kuşaklar gelip geçer, anılarımız bize hiçbir şey öğretmiyor ne yazık ki. Ve hangi devirde yaşıyorsa insan o devir berbat bir devirdir onun için.

“Yeni bir tahayyül” lafı bu yüzden şiirsel gelir bize.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar